Ben Macir Hüseyin Aga’nın oğlu Mustafa. Babamın ağalığı lafın gelişi. Şeker Ağa’nın portakal bahçelerinde ırgat kendisi. Macirliği gerçek ama. Biz nereye gitsek, yerlisi olamayız oranın. Macirlik yapışır üstümüze. Olsun. Yurt tutmuşuz buraları, toprak bilmişiz başkasının toprağını. Yurtsuz yuvasız geldiğimiz bu sahil köyünde bir saz dam yapıp girmişiz içine.
Babam ermiş gibi bir adam. Okul yüzü görmemiş aslen. Okuma yazma desen yok. Ama insanlık desen, bilgelik desen, maneviyat desen hepsi babamda. Köyün iğnecisi akıl danışmaya gelir babama. Köy yerinde doktorsan, iğnecidir adın. İğnecinin elinde bir çanta, içinde kaynatılmış şırıngalar bir de bolca Gripin kutusu, dolaşır ev ev. Zaten burada herkes kendinin doktoru. Her ağacın dalında bir serum şişesi takılı. Baytar, doktordan daha muteber adamdır köy yerinde. Hayvanın insandan daha kıymetli olduğu tek coğrafya burası.
Anam desen, aklı göçtüğü karşı kıyılarda kalmış, akşama kadar derin derin çektiği sigaradan siyaha kesmiş bir kadın. Tahta sandalyenin tepesine bağdaş kurup tünedi miydi, dumanın arkasından gözünü uzaklara diker gün batımına kadar. Şalvarın belini bir kere kıvırdın mı cep olur, cigara paketi orada. Bir daha kıvırırsın üstüne, oraya da kibrit kutusu. Anahtar falan koyacaksan bir kere daha kıvır gitsin. Herkesin en lazım nesi varsa, şalvar zulasında.
"Okuyacaksın" dedi babam. "Bu saz damda biz oturduk, yeter. Sana yer yok burada". İlkokul bitince şehire gideceğim, yatılı. Sormuş, soruşturmuş, muhtar yol gösterdi, bu yaz bitincesinde ortaokula gideceğim büyük şehire.
Şehri hiç görmediydim. Bir saat uzaklıktaki ilçeden ötesine geçmedim. Sanki dünyanın bir ucuna gideceğim. Gelip gidenler Başkent'i anlatıyor. "Belki" diyor babam, "Yükseğini okumaya oraya gidersin". "İğneci olma ama, onun bir kıymeti yok, bir öğretmen oluver".
Yaz bitince heyecanlandım. Okula yazılmaya gideceğiz şehire. Evvela kıyafet düzeceğiz. Hiç ihtiyaç olmadı ki bir kepe, bir pantolona. Okula kep lazım her şeyden önemlisi. "Diktireceğiz" diyor babam, "Şehirde Terzi Fikri’ye diktireceğiz".
Gün ağarırken, ipek gibi kumlar buz gibiyken çıkıyoruz evden. Şehir dediğin bir günlük yol. Atımız yok, arabamız yok. Muhtar ayarladı, sera bozmuş birileri, domates götürüyorlar şehire. İliştik onların yanına. Güneş vurup da acı ekşi kokmadan şu domatesler varalım şehire.
"Elimi sakın bırakma" dedi babam. "Büyük yer burası, bak insanlar sel olmuş akıyor". Nasıl sıktıysam rahmetlinin elini, Terzi Fikri’nin kapısından girdiğimizde parmakları bembeyaz olmuştu adamcağızın.
"Hüseyin Aga hoş geldin" dedi Terzi Fikri. "Hora geç otur" dedi bana da. Top top kumaşların arasında yamuk yumuk bir tabureye oturdum. "Bizim oğlanın kafasına talebe işi bir kep uyduruver" dedi babam. "Yaparız" dedi Fikri. Eline uzunca bir urgan aldı, 3-5 tane de karton kalıp. İpi kafamın çevresine doluyor, bakıyor göz hesabı, sonra kartonlardan birini oturtuyor kafama. Olmadı, öteki, olmadı, öteki derken "Hüseyin Aga" dedi Fikri, "Yav bu macirlerin kafası da hep yamuk oluyor, he mi?" Göz ucuyla bakışıp gülüşmelerini görünce ben de hafif tebessüm edecek gibi olsam da çok bozuldum bu lafa. Kafam yamuk diye kepsiz kalırsam, beni okula almazlarsa diye düşüncelere daldıydım ki, babam lafa girdi: "O endekilerden biri olur, hadi biz çarşıya varalım, iki saate gelip alırız kepi, hazır et".
Terzi Fikri'nin dükkanından çıktığımızda şehrin kavurucu sıcağı nefesimi kesti. Bizim köyün ağacı, suyu, sazlığı yok ki buralarda şöyle bir serinliği gelsin. "Gel" dedi babam, "dondurma yedireyim sana şurada, meşhur bak bunun dondurması". Köyde dondurma yemeyiz pek, karlama bilirim ben. Buzu döveriz bezin arasında, bardağa doldurup şerbet dökeriz üstüne. Dünyanın en güzel tatlısı bana göre. Buzun soğuğu ciğerine değer adamın. Dondurma deyince babam, kafamın yamukluğunu unutup çocuk heyecanıma geri döndüm hemen. Süt yanığı kokusunu duymamla dondurmacının elindeki demir çubuğu çanlara vurması bir oldu. "Çocuğa 2 top veriver oradan" dedi babam. Uzun ince bir kap aldı adam eline. Bardak desem, değil. Kağıt desem, değil. Dondurmayı koydu, bana uzattı. Kaşık yok. Baktım etrafıma, insanlar ağzına götürüp dudaklarını büzüp içine çekiyor. Dondurmayı üstten üstten yalamaya başladım. Pek hoşuma gitti. Dondurmanın üstü bitip de içindeki kısmı yemeye gelince kabın yumuşaklığı beni tedirgin etti. Kırıp da dondurmacının kabını ziyan etmeyim diye çareler düşünmeye başladım. Dondurmanın kalan kısmı kabın içine gidiyor, ben dilimle almaya çalıştıkça kap kenarından yumuşayıp kıvrılmaya başlıyor. Zaten macirlerin kafası yamuk oluyor, bir de dondurmacının kabını eğip bükmüş demesinler diye, bir gözüm dondurmacıda, dilim kökünden kopacak neredeyse. İyiden iyiye ter bastı. Beni gören babam anladı durumu. Bir kahkaha koyuverdi, bir de enseme şaplak. "Akılsız çolpa" dedi. "Dondurma külahı len o, yiyecen onu yiyecen".
Yıllar sonra üniversite sınavını kazandığımda puanım Tıp Fakültesi’ne tutuyordu ama ben babamın öğüdünü dinleyip Eğitim Fakültesi’ne yazıldım. Bu macirlerin kafası gerçekten biraz yamuk oluyor.