13 Ağustos 2012 Pazartesi

Uzaylı

İki şeyi paylaşmaktan hoşlanmıyordum: Bir, yemeğimi; iki, kitaplarımı.

Yemek meselesi komikti aslında. Çocukluğumdan beri böyleydim. Patlayana kadar yemek yemiş dahi olsam, yiyecek görünce ağzım sulanır; karnım acıkınca elim ayağıma dolanırdı. En sevmediğim misafir, tam yemek zamanı gelen misafirdi ve ona "buyurmaz mıydınız?" demek benim için bir işkenceydi.

Kitap meselesi ise şu son olayla birlikte iyice karmaşıklaşmıştı aslına bakarsanız. Dost muhabbetlerinde, okuduğum kitaplardan bahsetmezdim çünkü birisi çıkıp kesin ödünç vermemi isteyecekti. Bu konuda açık sözlü biriydim: "Kusura bakma ama kitaplarımı kimseye vermiyorum, ödünç aldığı kitabı başkasına verenlerden nefret ediyorum ve yanılıp da kitap verdiğim kimselerden onları geri isterken çok acı çekiyorum". Evet durumun özeti buydu, ta ki o güne kadar.

Uzay yalvaran gözlerle baktı bana, Alper Canıgüz kitaplarımın tamamını istiyordu, yaz tatilinde okumak için. Ya da şöyle olmuştu, ben ona hava atmak için Alper Canıgüz serisinin tamamını okuduğumu söylemiştim ve isterse ona da verebilecektim. Galiba sarhoştum.

Ve sonra ne olduysa, unuttum. Özenerek, en güzel el yazımla ilk sayfasına tarih yazıp imzamı attığım kitaplarımı onda unutup beraber çalıştığımız işyerinden ayrıldım. Bir gece uykumdan sıçrayıp kitapları onda unuttuğumu hatırlayınca sabah ilk iş arayıp bir buluşma ayarlamayı düşündüm. Sabah oldu, aradım, telefonu annesi açtı, en normal sesiyle "Uzay sizlere ömür" dedi. Bizlere ömür? "Hayır bizlere kitap" diyecektim ki, kendime geldim, ev adreslerini ve yaşadığım şoku alıp yola koyuldum.

İnsanlara "geçmiş olsun" ve "başınız sağolsun" demek hep zordur benim için. Bunun gerginliğiyle cenaze evine girerken, bir iki laf ederim, belki ağlarım, kendisinde kitaplarım vardı alabilir miyim derim ve sonra uzarım diye düşündüm.

Bir iki hım kımdan sonra Uzay'ın annesine tekrar üzüntülerimi bildirdim. Odasına bir göz atabilir miydim, ya da daha açık konuşmak gerekirse onda kalan kitaplarımı alabilir miydim? Hayır mıydı? Bu evde yaşamıyor muydu? "Daha doğrusu" dedi annesi "Bu dünyada yaşamıyordu Uzay". Kadıncağızın üzüntüden saçmaladığını hesaba katarak soğukkanlılıkla cevap verdim "Haklısınız, hangimiz bu dünyada yaşıyoruz ki". "Hayır hayır" dedi kadın, "Babası bir uzaylıydı, Uzay onun gezegeninde yaşıyordu ve her sabah ışık hızıyla işe geliyor, jet hızıyla dönüyordu" dedi. "Ama jet hızı ışık hızından daha yavaş. İşe isteksiz ve yavaş gelip daha hızlı eve gitmesi gerekmez mi mantık olarak? Hepimiz öyle yapıyoruz" dedim. İşyerinden bir kıza aşıkmış rahmetli, bu uzaylılar sevdiklerine kavuşamayınca ölürlermiş. O yüzden uzaylılarmış zaten.

Kadının oğlu ölmüş, ben kitaplarımın derdinde, üzüntüden kahrolmuş bir vaziyette eve döndüm. Onların gezegene gitme maliyetiyle, bizim gezegende bu kitapları tekrar satın alma maliyetlerini karşılaştırınca, yenilerini almaya karar verdim. Aynı değere sahip olmayacaklardı ama Uzay da geri gelmeyecekti nasılsa.