28 Mayıs 2009 Perşembe

gezecek bekar arkadaş arıyorum

30 lu yaşlara gelindiğinde hala evlenmemiş olmanın en can sıkıcı tarafı ve bence en önemli sakatlığı, gezecek arkadaş bulma sıkıntısının sıklıkla yaşanmaya başlamasıdır. şöyle ki, yaşıt iş arkadaşlarınız, okul arkadaşlarınız, mahalle arkadaşlarınız çoktan evlenmiş ve hatta birer de çocuk yapmışlardır ve eğlence anlayışları sizinkinden bir parça değişiktir artık. 1 sene önce yaz günlerinde kusuncaya kadar içip mekan mekan gezdiğiniz arkadaşınız, bu gezme tozmalardan bir iki ay kadar sonra nikah kıyım işlemini başarıyla gerçekleştirmiş, hatta "yaşım geçiyo" telaşıyla hamile bile kalmıştır. eski günlerin hatırasıyla arayıp buluşmayı teklif ettiğinizde size "kaynımgiller bize gelcek", "çocuğun ateşi çıktı", "ailecek bruncha gidiyoruz" ve hatta hatta "eşim yalnız takılmama izin vermiyo" gibi, henüz sizin hayatınıza nüfuz etmemiş bahaneler sıralayabilir. en hanım hanımcık haliyle sizi evine davet eder, gidersiniz, tek muhabbet çocuğunun son zamanlarda öğrendiği mimikleri size taklit etmesi, sevimli hareketlerini göstermesi, maması, kakası, evliliğin başlayan sıkıntılarıyla ilgili uzun uzadıya anlamsız konuşmalardır. aklınız dışarıdadır, ve allahtan sizi bu ortama mecbur kılacak kıyım işlemi henüz başınıza gelmemiştir. başka arkadaşlar aramak üzere yola çıkarsınız. çünkü siz o sırada meyve çayı değil bira içmek istiyorsunuzdur.

hayatının aşkını bulmuş, çocuğunu yapmış, evlilik rutinine alışmış arkadaşlarınızın, evlenmeniz konusundaki ısrarları, "ben çok güzel bişey yaptım ve sen de yap, benim gibi mutlu ol"dan ziyade, "sen hala hayatını yaşıyosun, evlen ve bu can sıkıntıma ortak ol" hevesiyle yapılan ısrarlardır. çünkü artık hayatın başka şekli yoktur, ve sizin için de hayatın bu şekilde geçmemesi gerektiğiyle ilgili dahiyane fikirleri vardır.

haa illa ki, gezmek istediğiniz arkadaşınızın bekar olması gibi bi mecburiyet yoktur. hatta evli arkadaşlar (bilhassa erkek olanlar) bekarlarla gezmeye can atarlar ama herkesçe malumdur ki bu "cısss, kaka" bir durumdur :)

bir arkadaşım şöyle demişti: tüm arkadaşlarım evlendiğinde ve bekar olarak takılacak kimsem kalmadığında ben de evleneyim bari dedim. beni o sıralar evlenmem için gaza getiren arkadaşlarım teker teker boşanmaya başladılar ve artık evli olarak görüşebileceğim arkadaşım kalmadı gibi bişey :)

neyseeee, özetle, harika yaz akşamları yaklaşırken, hafif akşam esintisi "geeeel, geeel" diye beni çağırırken, hala gezecek arkadaşlarımın olması mutluluk verici :)

not: yukarıda yazılanların gerçek kişi ve olaylarla bal gibi de alakası vardır. ama konu tamamıyla yazarın görüşlerinden ibarettir. istisnalar vardır ve her zaman olacaktır. hayat, yaptığımız seçimlerdir. seçimlerimden mutluyum ve herkesin öyle olduğunu umuyorum. haaa eğer mutlu değilseniz, hayat o kadar da öcü değil canım, atın ve yeni bir seçim yapın kendinize.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

alışverişin duayeni Türk kadını

Bilenler bilir, son 5 aydır bir mağaza işletmeye başladık. Ankara'nın mutena bir semtinde, öyle çok büyük biyer diil, kendi halinde... Bayan kıyafetleri satıyoruz. Mağaza müdürümüz Ayşe, daha ziyade o duruyor mağazada, ben çok yoğun olursa yardıma gidiyorum.

Şimdi efendim, bu mağazacılık o kadar sabır gerektiren, o kadar özen isteyen bi iş ki, akşama kadar 100 bin türlü insan gelip gidiyo: delisi, sosyetesi, avamı, komplekslisi, 100 kilo olup kendini sıfır beden sanan, 36 beden giyip göbekli olduğunu iddia eden, evlisi, bekarı, ne aradığını bilmeyeni.... ve üstelik hepsi kadın! hemcinslerimin çeşitliliği konusunda bu kadar geniş bir yelpaze olduğunu inanın yeni öğrendim. Bu durum bazen bizi çok eğlendiriyo, bazen de sabrımız o kadar taşıyo ki... Acayip komik diyaloglara şahit olup, bazen uzun süre dumurdan kurtulamadığımız oluyo.

Mağazanın kapısında dikiliyoruz. Belli ki esnafın da pek işi yok, herkes kapı önü muhabbetinde. Birisi yaklaşıp soruyo: "Erkek var mı?" var, içerde, nası bişey olsun diycem, kıyamet kopucak. hay güzel Türkçem! erkek kıyafeti satıyo musunuz demek istiyo teyzem ama o kadar acelesi var ki, kapıda kestirmeden soruveriyo, ve biz de Türk'üz ya, anlayıp cevap veriyoruz: "yok, erkek satmıyoruz!"

Çok zorlayan müşteri tipi vardır. Daha kapıdan girerken ne istediğini anlatmaya başlar, öyle bahsettiği gibi bişey olmadığını kendisi de bilir ama sizi aciz durumda bırakmaktan duyduğu tatmini sonuna kadar yaşamak ister. Misal: "Hem spor, hem abiye, düğüne giderken, işe giderken, gündelikde de giyebileceğim, çok kaliteli, mümkünse markalı bi elbise istiyorum. ama 50 liradan fazla olmasın" öyle bi elbise henüz dikilmedi güzel ablam! diyemiyosun işte, müşteri velinimet ya, arkasından gülmekle yetiniyosun.

En sıkıcı müşteriler, aynaya baktığında kendinden başka bişey gören, kendiyle barışamamış, kompleksin sınırlarını zorlayan bayanlar. üstelik size düşman gözlerle bakarlar, zayıf olmanız dolayısıyla ortamdaki tek suçlu sizmişsiniz gibi davranırlar, giydikleri yakışsa bile almadan giderler, çünkü üzerindeki beden etiketinde yazan rakam, yazmasını istedikleri rakam değildir. şu konuşmalar çok sık yaşanır:

- 36 beden giyiyorum
hayır giymiyosun. ama ısrarla 36 bedeni alıp kabine girerler ve yanlardan dikişleri patlamış pantolonu elinize tutuşturup lafı yapıştırırlar:
- Kalıplarınız çok dar, ben normalde 44 giymiyorum!
bunun normali anormali yok, sadece siz varsınız demek ister, yutarsınız, müşteriye hak verip biraz da kendinizden katarsınız:
- Beden etiketlerini yanlış takıyolar bazen..

En eğlenceli diyalog şudur asıl:
- Bu biraz göbekli/şişman gösterdi / uzun gösterdi / kısa gösterdi / basenli gösterdi....
kıyafetler sihirbaz gibidir zaten, olmayan bişeyi varmış gibi gösterirler! ah bayanlar ah.

Israrcı müşteriler, pazarlık yaptığını sanıp işin suyunu çıkaranlar, en sinir bozucu olanlardır. 8 parça kıyafeti 1 saat deneyip, kasaya geldiklerinde "paramız yok, memuruz biz, kriz var" diye 1 tane parasına 8 ini de alıp gitmek isterler ve üstelik bu kriz hadisesinden dolayı, kafanızın çalışmadığını ve satış olsun da ne olursa olsun mantığıyla herşeyi vermeye razı olduğunuzu sanırlar. bütün kavga kıyametten sonra, son vuruşu yaparlar: "hadi o 5 i de alma, dolmuş paramız olsun"

- bu tişörtün başka rengi var mı?
- hayır yok, tek renk onlar
-peki kırmızısı var mı?
ne cevap verelim? iyisi mi hiç muhattap olmayalım

ben bunları yazarken, bu diyaloglar son hız hala devam etmekte. napalım, tek gelsinler de nasıl gelirlerse gelsinler. tamam sizin dediğiniz olsun, ayağınız alışsın!

11 Mayıs 2009 Pazartesi

saksının çalışmadığı zamanlar

aslında buna "jetonun düşmediği", "voltajın düştüğü", "beynin tam anlamıyla şarj etmediği" zamanlar da diyebiliriz. birazdan okuycaklarınızın hepsi gerçek olup, üstelik hepsi ayık kafayla yaşandılar. hatta bazılarının gerçekleştiği tarihlerde daha ağzıma bir lokma alkol bile koymuş değildim o vakte kadar.

bazen kendi kendimize ne kadar salak olduğumuzu ya da kafamızın neden diğerleri gibi pratik çalışmadığını düşündüğümüz zamanlar olur ya, işte nedense bu zamanlar bende pek bir sıklıkla yaşanmakta. aslında ben bunu daha çok, kafamın başka türlü cinliklerle meşgul olmasına bağlıyorum. yoksa hattızatında kafam bazen o kadar güzel çalışır ki, meseleyi hep görünmeyen tarafından görürüm :)

sene 1995 falan olması lazım. lisedeyim, çok toyum, biraz da "loser" bi tipim. annem beni 1984 senesinde "çocuk biraz açılsın" diye anaokuluna göndermiş ama sene 1995 olmuş ben hala açılamamışım, o kadar yani! neyse uzatmayalım, yazları finikede geçirmekten yeni vazgeçmişiz ve ailecek daha modern biyere kemer'e taşınmışız ama benim aklım hala finikede, çünkü herkes orda. daha doğrusu çiğdem orda. o zamanlar, ilerde kocaman 5 katlı, 50 odalı bir ev yaptırıp bütün akrabalar beraber yaşamak hayalleri kuruyorum ki, kuzenlerden felan uzak kalmak baya zorlu bişi benim için. ben arada bi kaçıp kaçıp finikeye çiğdemlere gidiyorum, gittimi de gelmek bilmiyorum. çiğdemlere kıbrıstan misafirler geldi o yaz. bi karı koca, eniştemin uzaktan akrabalarıymış. bizim de tek eğlencemiz akşamları finikenin merkezine gidip dondurma yemek, çekirdek çitlemek, gelene geçene bakmak gibicesinden çok naif aktiviteler.. biz bu karı-koca misafir çifti bir akşam finikeye gezmeye götürdük. bunlar da, misafirliğe uzak bir şehre giden her çift gibi her adım başı durup şakada şukada fotoğraf çektirmekten büyük zevk alıyolar. tabi dijital fotoğraf makinesi henüz icat olunmamış, amca hababam çantadan yeni bir film çıkarıp takıyo, çekmeye devam. biz yine güzel bi manzaranın önünde durduk, adam dedi ki şöyle akrabalarla bi foto çekinelim. ben de kendimi bu "akrabalar" statüsünden biraz uzak görmüş olmalıyım ki , siz durun da ben sizi çekeyim dedim. halamlar, misafirler, kuzenler felan poz verdiler. ben de pozisyon aldım, gülün mülün derken resmi çektim. tam o esnada yanıma bi adam yaklaştı. "afedersiniz" dedi, "bi de bizim resmimizi çeker misiniz" işte bakın bende elektriklerin kesildiği nokta burası. gayet sakin ve vakur bir edayla adama cevap verdim: ama fotoğraf makinası benim değil ki!. adam 2 saniyelik bir dumurdan sonra "zaten bizim makinayla çekiceksiniz" dedi. cevap: haaa o zaman olur tabii :)))

o saniyede aklımdan neler geçti anlatayım. ben bu resimleri tab ettirip adamları bi daha nerde bulucam da vericem. makina benim değil, misafirlere ne cevap veririm. üfff hep böyle angarya işler de beni bulur. ve buna benzer daha bi yığın saçmalık! tabi ortamdaki herkes çok güldü çok güldü, ben de ilerde bir seri katil olup, benle alay eden herkesi öldürmek üzere planlar yapmaya başladım :))

aradan yıllaaar geçti ve ben büyüp serpildim ve kendine güvenen, gururlu, bir o kadar akıllı, güzel olduğu kadar küstah(!) bir genç kız oldum :p hatta o kadar free takılmayı seviyorum ki, ailede tabuları yıkıcak bilumum aktiviteleri üzerime almışım, bir don kişot edasıyla dövüşüyorum. hatta bununla yetinmeyip kardeşimi falan da fiştekliyorum ki, birlikten kuvvet doğsun :) bizim kuzen başak evlenip istanbula yerleşince, ayşe'ye dedim ki gel istanbula gidelim. nası olcak falan derken, arabamıza atlar gideriz ne var dedim. annem kıyametleri kopardı, ablam baya bi telaşlandı, babam çaktırmasa da kesin beni birilerine şikayet etmiştir. çünkü 2 kız çocuğunun tek başına arabaya atlayıp şehirler arası yolculuk yapması o güne kadar görülmüş şey değil, yani bizim ailede. annemin "önünüze biri geçer", "lastik patlar", "harbolur darbolur" sözlerine kulaklarımızı tıkayıp sabahın 5 inde düştük kardeşimle yollara. bu arada benim kardeşim öyle bildiğiniz gibi değil. kim haklıysa onun yanında durur, ööle sağlam bi şahsiyet. nabza göre şerbet vermez, sezarın hakkını sezara verir. yerli yerinde espri yapar ama mahkemede karar okunuyo zannedersiniz. haydi bismillah dedik çıktık, annemin hava biraz daha aydınlansaydı keşke serzenişlerine kulak asmadan. hava aydınlanmadığı gibi ben de tam ayılamamışım aslına bakarsanız. neyse, çıktık otobana. ankara çevresindeyiz, bi yol ayrımına geliyoruz, tabelaya bakıyorum "İstanbul Havalimanı". az ilerliyoruz gene bi yol ayrımı gene bakıyorum "İstanbul Havalimanı" allah allah diyorum. ya o havalimanının adı atatürk havalimanı değil miydi? hem diyorum daha ankaradayız, taaa burdan istanbuldaki havaalanına tabela mı koymuşlar? duramadım, ayşeye sordum. ayşe dedim, istanbul havalimanı ne alaka? ayşe hiç istifini bozmadan, gözünü ön camdan ayırmadan, gayet makul ama baskın bir ses tonuyla cevap verdi: "İstanbul virgüüül Havalimanı". anam, güliyim mi ağlıyim mi, freeyim çok akıllıyım ne güzel bişey yapıyoruz kendi kendimize havam söndü ona mı yanayım, koltuğumda küçüldüm küçüldüm, hiç cevap vermedim. boluya yaklaşırken aklıma geldi, bir gülme fışkırdı burnumdan taa ön cama kadar nerdeyse (iğrenççç)

ablamla bikere böyle bir free takılma hadisemiz gerçekleşti ama az kalsın olayın kendisi başlı başına bir hadise oluyodu. 2002 ya da 2003 yazı olmalı heralde, ablam ve kalabalık bir kız grubu datça'ya tatile gitmeye karar verdiler. ben de takıldım peşlerine. zeyn, arkadaşı yıldız ve ben kemerdeyiz. ordan datçaya gidicez. kızlarla orda buluşcaz. sorduk soruşturduk dediler ki burdan datçaya otobüs gitmez. siz burdan antalyaya gidin, ordan bodrum otobüsüne binin. gökova kavşağında inin, ordan 5 dakkada bi marmaris otobüsleri geçiyo, marmaristen de datçaya otobüs var çok kolay çok kolay dediler. eyvallah dedik, kemerden dolmuşa bindik akşam 7 de. antalyaya indik sekizde. 9 da bodrum otobüsüne bindik. gökova kavşağına geldik bilin bakalım saat kaç: sabah 3 buçuk! aboww, tam marmaris-gökova yol ayrımı tabelasının önünde attılar bizi otobüsten daha doğrusu atmışlar, ben gözümü açtığımda reflektif yol tabelasının altında bavulumun üstünde oturur pozisyonda uyuyodum. o tabelalar da yakından bakınca baya büyük, biz 3 kız yanında bidicik kaldık. e tabii saksıyı çalıştırıp da hangi saatte o kavşakta olacağımızı hesaplasaydık, evden hiç çıkmazdık. o 5 dakkada bi geçen marmaris otobüslerinin adı var kendi yok! bekle bekle, tırsmaya başladık hafiften. bi taksi geçse, kaç lira dese vericez. yeter ki kurtlar ya da kamyoncular gelmeden bizi marmarise götürsün. neyse bi taksi göründü. aman bi sevindik ki o kadar olur. üçümüz de attık kendimizi yola, sanki bizden başka bişey varmış da bizi göremezmiş gibi. taksi durdu, bi sevindik, nerdeyse adamı sarılıp öpücez. adam indi gayet güzel, abla dedi hayırdır, anlattık böyle böyle. parada anlaştık falan, marmaris de tepeden ışıkları görünüyo falan ama ah bi gidebilsek. neyse adam bizim bavulları attı arkaya. üçümüz geçtik arkaya oturduk. adam arabayı çalıştırdı veeee sıkı durun, yanındaki koltuğu dürtükledi: kalk kalk dedi, misafirlerimiz var! o ne, yan koltukta sızmış bi adam var. adam höh diye bi doğruldu ordan, üçümüz birbirimize bi sarılmışız, tırnakların battığı kollarım 3 gün acıdı. şöför başladı mı yavşamaya. eğlenceden dönüyoduk biz felan diye, adamlar sarhoş, niye marmaris otobüsüne binmediniz diyo. zeyn diyo ki bitek pamukkale varmış, o da çok kaza yapıyo binmedik diyo. halbuki pamukkalede olmak için can atıyoruz o esnada. şöför de pamukkale firmasının avukatıymış meğer, bizle bi kavgaya tutuştu, pamukkale öyle şey yapmaz falan. benim doğrucu ablam üsteliyo habire, yok yapıyomuş falan.. neyse zeynep kes diyoruz, yıldız garibim bu arada hababam asker babasından bahsediyo, aklı sıra adamı korkutacak, ben de 155 i çevirmişim elimde telefon parmağım dial tuşunda ama tlf çekmiyo! neyse sağ salim indik marmarise, adam biraz ısrar etti sizi biyerlere götüreyim bu saatte otogarda napıcaksınız falan diye. otogarda çöpleri yiyen kedileri görünce alacakaranlıkta hepsine sarılmak geldi içimden :)

halbuki bunlara hiç gerek yokmuş. bodrumdan datçaya vapur gidiyomuş arkadaşlar!

5 Mayıs 2009 Salı

puçu, tefecik ve ebi teyzeleri


bugün puçu'nun doğumgünü. aaah ah doğduğu günü dün gibi hatırlıyorum. ben o zamanlar 26 yaşında, uluslararası bir firmada üst düzey(!) çalışan bir elemandım. doğduğu gün istanbul'da fuardaydım. şimdiki aklım olsa izin alırdım ama o zamanlar ölmek vardı, işten dönmek yoktu. "ne kazmalık". ama o gün, yani 5.5.2005 günü hava çok güzeldi, bugünkü gibi kasvetli ve karanlık değildi. yine çok eğlenceli (!) bir fuar geçiriyoduk. ben ırmak'ın doğum haberini alınca, kendisine, asrın mucizesi "bellapica" ile kontrplak üzeri şaane bi çalışma yapmıştım. hala odasında duruyo. bööle karmançorman bir fon üzerine ırmak yazmıştım. çok sevdiğim ve beraber harika zaman geçirdiğim arkadaşlarımın hepsiyle beraberdim o zaman, ortam daha bu kadar bozulmamıştı! hatta, o zamanlar hepsi knauf'ta çalışan ama şimdi hiçbiri knauf'ta çalışmayan 4 kişi (nezih, esvan, bülent ve ben) o akşam arby's de yemek yemiştik. esvan bize iğrenç kusma hikayelerini anlatmıştı, çok gülmüştük.. sonra ben esvanda kalmaya gitmiştim, gece yine çok gülmüştük. eğlenceli kızdı. uzun zamandır görüşmedik, felek ayırdı bizi..


neyse efendim ne diyorduk. haaa evet işte o planlı günde, yani planlı tabii, ablam tarihi bizzat denk getirmek istedi, ırmak doğdu. daha doğrusu doğurtuldu. malum, sezaryen çıktı, mertlik bozuldu. yeni doğan çocukların pek çoğu olmaları gereken burçlara sahip değiller belki de, çünkü elle müdahale var hocam! bu doğum hadisesi de çok travmatik bişey ama şimdi hiç girmiyim..
ırmak doğunca ona "puçu" dedim. o da ilk konuşmaya başlayınca bana ne dedi biliyo musunuz: "ebi". bana özel bişey bahşetti , o gün bugündür ebi aşağı, ebi yukarı. adımı biliyomuş aslında, onu da söyledi ama ben sana ebi dicem dedi, eyvallah dedim...


velhasıl, çoluk çocuk güzel mevzular da, çocuk meselesi benim için "seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli".


tefecik de bizim "efe". efecik tefecik derken adı kaldı tefecik. safidik bişi. ablası gibi "farç" diil. annemin babanesi yaramaz çocuklara farç dermiş. ohooo aslında bizim ailede herşeyin bir ismi var da, bizden olmayan pek anlamıyo. neyse, yegenlerim büyüsün onları bizzat kendi ellerimle azmaya götürücem. basit bir hesaba göre, ırmak (x) 20 yaşına geldiğinde ben (y) 46 yaşında olucam. yani:
x= y -26
x= 20 ise y kaç eder?
cevap: y= 46
e azacak yaşı (!) pek de geçmemiş oluyorum. 40 ından sonra azanın teneşir ile paklanması argümanı erkekler için mi geçerliydi? yoksa kadınlar zaten hayatlarının hiçbir döneminde az(a)madıkları için denklem dışında mı tutulmuşlar? o zaman şöyle bağlayalım: "ben sizin bildiğiniz kadınlardan diilim!"
sağlıcakla kalın

hıdırellez


bu gece hıdırellez. 5 mayısı 6 mayısa bağlayan gece, dileklerimizi bir kağıda yazıp bahçedeki güllere bağlıyoruz. bunu neden yapıyoruz bilmiyorum :) annem her sene yapmamızı söyler, bi de yaparken çok eğleniriz. rivayete göre hızır peygamber ile ilyas peygamber her sene bu tarihte yeryüzünde buluşurlar ve bu dilekleri toplayıp gerçekleştirirler. "kul sıkışmayınca, hızır yetişmez" deyişi sanırım burdan çıkma. her sene hep aynı şeyleri dilerim. daha gerçekleşen olmadı :) aslında hayatımda çok kötü şeyler olmadığına göre, dileklerimi gerçekleşti kabul edebiliriz sanırım.


hıdırellez prosedürü şöyle işler:

1. dilekler ve istekler bir kağıda yazılır ya da çizilir. yazı çizi kabiliyetiniz yoksa, ev, araba, güzel kadın, yakışıklı erkek, gelin ve damat resimleri dergilerden tedarik edilir.

2. hazırlanan kağıt mümkünse yeşilliğin bol olduğu bir mekana (bahçe, balkonda saksı dibi) koyulur. gül ağacı olması tercih sebebidir.

3. 6 mayıs sabahı, sabah ezanıyla beraber kağıtlar geri toplanır ve saklanır. aslında yöresel farklılıklar oluyo tabii. mesela kağıtlar toplandıktan sonra denize de atılabilir ama bizim burda deniz olmadığı için biz salamurasını yapıyoruz :) sonuç yanlış olsa da gidiş yolundan 3 buçuktan 4! kağıdın yanında uğur parası da konması ve 1 yıl boyunca cüzdanda taşınması tavsiye edilir, bereket açısından
hadi hayırlı hıdırellezler :)

4 Mayıs 2009 Pazartesi

okuyunuz, çok keyifli


hepimiz biraz deliyiz, bunu anladım. çok sevdiğim birinin bana "deliii" yakıştırmasını o yüzden çok seviyorum :)

yiNE yENi yENidEN

selam,

"kendi alanım"da ilk yazım. bu blog işine neden daha önce girişmemişim, kızdım kendime. eskiden de günlük tutmayı çok severdim. ama ben bi de şeyi çok severim, eskilere kızınca herşeyi yakmayı : ) o yüzden saklanmış bitane bile kağıt parçam yok eskiye dair. en son temizliği 1-2 ay kadar önce yapmış olmalıyım. pişman değilim..

hayatımda yeni bir dönem başladı :( bilenler biliyo... o yüzden kendimle kalmak istiyorum bir süre. bu blog işine de bu yüzden giriştim. bir sebebi daha var, onu da bilen biliyo :)

çok çalışıyorum bu aralar. en iyisi bu galiba. başka bişey düşünmeye fırsatım kalmasın istiyorum. annemle teyzem istanbul'a gittiler, ayşe'yle yannız kaldık..

haftasonu çocukluk arkadaşımla görüştüm, bayadır ertelenen bi görüşmeydi. ben ne zamandır ne kadar çok şeyi ertelemişim meğer :( kendimi ilk defa yalnız hissettim, çocukluğumu özledim.

bu akşam ırmak çocuğun doğumgünü var(mış). çünkü normalde yarın olması gerekiyor ama bugün olacakmış nedense. akşam da orda olacağız, bişey düşünmemek için bir bahane daha bana..