12 Temmuz 2013 Cuma

Cerek Kızın Kızgınç Babaannesi Mediye

Yıllar birbirini kovalayıp dururken, insana yaşlandığını hissettiren şey, geçen yıllar değil, çocukluk ve ilk gençlik figürlerinin hayatımızdan hızla kaybolmaya başlamasıdır.

Çocukluğumun, çocuk takvimine göre (bence) yıllarca gibi süren 3 aylık yaz tatili dönemlerinde her günü beraber geçirdiğimiz, az konuşup çokça takıştığımız babaannesi Mediha öleli bugün 2 sene olmuş. Dedikoducu ve bolca altını ıslatan haylaz bir çocuk olmamdan mütevellit, 5 ailenin hep bir arada yaşadığı yazlık evimizin amiri mutlak'ı babaannem otoriter tavırlarıyla benim için hep "kızgınç" bir kadın olmuştu. Sabah Finike'nin horozları öterken, serin kumlara çıplak ayak basarak evden sıvışıp "arazi" olmama sebep, ıslak yatağımı gören Mediha Hanım'ın imalı bakışları ve homurdanmalarından kaçmaktı.

Torunlarını severdi elbet ama babam gibi pek göstermezdi sevgisini. Babamın, hiç konuşmadığımız anlarda şöyle bir durup, bana bakıp "anam suratlı!" deyişinde, benim için müstesna bir sevgi gösterisi saklıydı. Babamın beni annesine benzeterek onu ve beni sevdiğini, babaannemin yavrusunun yavrusunu elbet seveceğini, benzetildiğim kadını doğal olarak sevdiğimi düşünerek aramızdaki 3'lü sevgi kısırdöngüsüne bayılırdım. Sevgisini göstermeyi bir türlü beceremeyen ama birbirine çok benzeyen 3 insan...


* Cerek: Mutfak ve odaların yüksekçe bir kesimine üzerine eşya asmak için çakılan bilek kalınlığında uzun bir çıta (uzun ince bacaklarımdan dolayı babaannemin bana taktığı isim)
** Mediye: Mediha isminin, şimdi adını hatırlamadığım bir uzak akraba ya da tanıdık tarafından telaffuz ediliş biçimi.

20 Haziran 2013 Perşembe

Bir Kız Çocuğunun Pekinpoğderle İmtihanı

Eskiden, komşuluk ilişkilerinin çok sıkı olduğu bir apartmanda yaşarken, apartman kadınlarının oluşturduğu bir kolektif bilinç vardı. Tamamı "ev hanımı" olan bu kadınların "knowhow"ı çok kuvvetliydi, öyle kolay kolay heryerde bulunmazdı. Bir yenilik, bir haber, yeni bir tarif, bir yoksula yardım çağrısı herkesle paylaşılır, başı çeken biri muhakkak olurdu. Apartman kadınlarının hepsi "beylerini" işe gönderdikten sonra, evlerin kapıları açılır, herkes kendi kapısında dikilmek suretiyle apartman boşluğunu inleten koyu bir muhabbete başlanırdı. Anneler (anneler diyorum çünkü o zaman evlenmiş ama çocuksuz olmak diye bir şey yoktu apartman kültüründe), bir terliği yerde, çıplak ayağını diğer dizine dayayarak kapı pervazına yaslanmış duruş pozisyonunda, birinin ocaktaki yemeği yanana kadar konuşur dururdu.

İşte böyle günlerden bir gün, ilkokuldayım o sıralar, başı çeken teyzelerden en dedikoducusu ve en "trend" meraklısı olan, kek tarifleri üzerine muhabbet başlattı. "Yeni birşey çıkmış" dedi, "adı pekinpoğder mi ne, kek hamuruna katıyorsun tozu, kabartıyor, karbonat koymana gerek yok". Kadınlar arasında bir hareketlenme oldu. O hafta içerisinde "günü" olanlar, "nereden buluruz da alırız" telaşına düştü. Kapı önü dinlemesinde olan ben ve kardeşim, bu iş için görevlendirildik. Bakkala pekinpoğder almaya gönderildik.

Yol boyu içimden "pekinpoğder, pekinpoğder" diye tekrarlaya tekrarlaya bakkala vardık. Aksi bakkal amcanın diğer müşteriyi göndermesini beklerken, eskiden bakkal tezgahlarının baş köşesinde duran dev kolonya damacanasının ucundaki yeşil pompayla oynamaya başladım. Bakkal amca sordu: "ne istiyorsun evlat?" Dikkatimi pompadan çekip, bakkal amcanın 8 numara gözlüklerine verdim. Sahi ne istiyordum ben? Adını unuttum! Kardeşime dönüp bakıyorum, "Ne istiyorduk biz?" o da bana bakıyor. Hatırlayamadık bir türlü. Plan yaptık, ben orada bekleyeceğim, kardeşim eve gidip öğrenecek. Gitti. Ama geri gelmedi. Eve gidince anneler muhabbetine kaldığı yerden devam etmiş, oraya niye gittiğini ve beni bakkalda unutmuş.

Yarım saat bekledikten sonra bir hışımla eve gittim. Sinirden ağlamaklı, habire "icat çıkaran" komşu kadına öfkeli kapıyı çaldım. Halime epey gülüştüler, sonra bir paket tutuşturdular elime, sarı, ufacık, yumuşacık bir paket. Üzerinde "Baking Powder" yazıyor, Kabartma Tozu!

Memleketin ruh hali bu işte şimdilerde. Basit güzeldir ama biz basiti sevmeyiz. Basit anlatırsak, basite inersek aptal sanır bizi herkes. Okumuşun cahile, zenginin fakire, güçlünün güçsüze yaptığı şeydir bu: zor-laş-tır-mak. Zorlaştırırız ama sonuç bekleriz. Paketin üzerinde yazan değil içi önemlidir bizim için ama kimse söylemez içinde ne olduğunu.

Şimdi birileri çıkıp çok basitçe "kabartma tozu" desin diye bekliyorum.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

yalnız değildik, 3.000 kişi kadardık... velonotte!

17 Mayıs günü Depeche Mode'u dünya gözüyle bir göreyim, canlı konser icra etmelerine tanık olayım, yaşlandığımda (bunamazsam) sağda solda anlatacak güzel bir anım daha olsun diye kalktım İstanbul'a gittim. Daha ben yarı yolda, Park Shop'ta tostumu yerken, konserin iptal olduğu haberi telefonuma bomba gibi düştü. Neyse en azından uzun zamandır gidip Didi'yle vakit geçiremediğim için, konser bahane İstanbul şahane deyip hiç moralimi bozmadım.

Didi biraz böyle egzantirik şeyleri araştırıp bulmayı sevdiğinden, internette bir etkinlik bulmuş, hep beraber toplanıp gece bisikletle İstanbul turu yapıyorsun. Bizim konser iptal oldu diye, ben daha İstanbul'a ayak basmadan Didi alternatif etkinlik planlarını yapmıştı bile çoktan.

Gittiğim günün gecesi, ikişer bira içip, ben televizyonun karşısına Behzat Ç. final bölümünü seğretmeye geçtim, Didi gitti yattı. Ertesi günü bisiklet kiralamaya gidip çok eğleneceğiz hesapta, o yüzden dışarı çıkmayalım dedik.

Cumartesi günü uzun sohbetli, çaylı kahveli kahvaltının ardından saat 14:00 sularında Acıbadem'den (yolun yarısını yürüyerek) Kızıltoprak'a gittik, bisikletlerimizi teslim almaya. Bisikletçide kask da lazım şu da lazım bu da lazım diye uzunca bir geyiğin ardından, kasklarımızı takıp birbirimizin haline gülerken hacivatla karagöz gibi kafalarımızı da tokuşturup atladık bisikletlerimize. Uzun zamandır bisiklet kullanmamanın verdiği tedirginlikle, kah bisiklet bizi gezdiriyor kah biz bisikleti, uygun yerde biniyoruz, uymazsa iniyoruz, Moda'ya vardık. Bir tost ve çay molasından sonra Kadıköy iskelesine yollandık. Bu arada bisikletlerimizi o insan kalabalığının içinde çocuklarımızı muhafaza eder gibi oradan oraya sürükleyip uygun yer arayarak, 16:45 Adalar vapuruyla Burgazada'ya geçtik. Adada bisikletlerimize tekrar atlayıp ver elini Kalpazankaya. Dilimiz bir karış dışarıda, kıpkırmızı kesilerek, dura kalka tepeye çıktık. Deniz manzarası ve püfür püfür akşam rüzgarında 2 kadeh rakımızı içtikten sonra dönüş vapuruna binmek üzere saldık bisikletleri tepeden aşağı.

Dönüşte Kabataş İskelesi'nde indik çünkü bisiklet turumuz Sultanahmet'ten başlayacaktı. Saat 22:00 olmuştu ve bisikletçilerle buluşma 23.00'teydi. Yukarı baya bir rampa ve yol uzun olduğu için Didi tramvaya binelim dedi. Duraktaki güvenlikçi arkadaş "tabi binebilirsiniz" deyip sorun çıkarmayınca, boş bir vagon bekleyip atladık bisikletlerle içeri. O saatte fazla bir sorunla karşılaşmayacağımızı düşünürken, bir sonraki duraktan tramvaya binen çılgın kalabalık bizi önce gözle sonra sözle taciz etmeye başladı. "İnsanlara yer yok bir de içeri bisiklet sokmuşlar yaw" nidaları arasında sanki bisikletler bizim değilmiş gibi bir tavır takınmaya çalışırken utancımızdan şapır şapır terleyip, Sultanahmet'e gelmeden attık kendimizi vagondan dışarı. Zaten yeterince yorulmuştuk, biraz daha yorulsak ölmezdik ya...

Sultanahmet Meydanı'na "acaba kalabalık olur mu ki" falan diye konuşa konuşa vardığımızda gördüğümüz kalabalık bizi dumura uğrattı. Binlerce insan, tam tekmil, full aksesuar, rengarenk bisikletleriyle beklemekteydi. Ortam süperdi. Fotoğraflar çekildi, herkeste bir heyecan, bir kıpırdanma hali. Bu arada saat 24:00'e yaklaşmaktayken, bütün gün sele üzerinde gezdirdiğimiz popolarımızda tatlı bir uyuşukluk, buruk bir acı yok değildi hani. 2 Redbull çakıp, start verilmesini bekledik. Saat gece yarısını biraz geçe binlerce insan, bastık pedallara. Aha da güzergahımız :



Gecenin sakinliğinde ve serinliğinde, önce kalabalığa ve birbirimize alışmaya çalışarak, sonra rahatlayarak, sonra hızlanarak Sultanahmet'ten çıkıp, görülen rotayı izleyerek Ortaköy'e kadar sürdük. Saatler 03:00'ü gösterdiğinde Ortaköy meydanında, acıkmış, susamış, yorulmuş, bacaklarımız titrerken Didi'nin taksicilere acıklı bakışları sayesinde insan evladı bir taksici amca bisikletlerimizi arabasının bagajına tıkıştırıp bağladı ve bizi eve götürdü.

"Bir bisikleti aynı gün içerisinde kaç farklı toplu taşıma aracına bindirebilirsiniz" yarışmasında vapur, tramvay ve taksi ile birinciliği almış olmanın gururu, ileride (bunamazsak) birilerine anlatacak güzel bir hatıranın sevinci ve kıçımızda oturak acısıyla uykuya daldık.

Yaw ne güzel bir şey yaptık!

15 Nisan 2013 Pazartesi

dolmakalem

Değer verdiğim şeylere, değerli şeylerle dokunmayı severim. Yazı yazmak değerlidir ve dolmakalem, bunun en üst noktasıdır benim için. Çünkü özen ister.

25 Şubat 2013 Pazartesi

bir kayıt cihazı olarak beyin...

Talepkar olmanın ayıp kabul edildiği bir ailede yetişmek, gün gelip de hakkınız olanı istemeye sıra geldiğinde utanıp çekinmenize sebep olur. Böyledir bu işler, aile terbiyesi yakasını bırakmaz hiç insanın, kim olduğunuzun mayasıdır bu.

Bir kokuyla 10 sene öncesini hatırlamak, bir sahneyle çocukluktaki bir ana dönmek hep bu beynin muziplikleri. "Aşkta mantık yoktur" dedi bir bilge kişi, "Aşk mantığın ta kendisidir" dedim ben de. Aşkı yaşamaya ve kiminle yaşayacağına karar veriyorsun, bundan daha mantıklı birşey olabilir mi allasen? Hem ayrıca aşkı kalple bağdaştırmak bir metafordan ibarettir sadece. Kalp, vücuda kan pompalamaktan başka işlevi olmayan bir organ sadece, onunla sevebilmek çok yavan...

Bu beynin oyunları hep işte bunlar. Radyoda bir şarkı başladı ve ben 2004 yılı temmuz ayına gidiyorum, arabadayım, hatta tam olarak nerede olduğumu bile biliyorum, hacettepe kampüsünün arka kapısından çıkmışım tam, içimde bir heyecan, fişek gibiyim:

yemem ben artık bunları
ters yüz ettim hayatımı
dedim yak lambalarını
oyna sen de zarlarını
bırak başkalarını
ben aptal mıyım
.....
niye sordum soruları
biliyordum cevapları
gel her gün aynı şeyi yap
git her gün aynı şeyi yap
sonra gelince hesap
ben manyak mıyım

O kadar kaydın arasından, görüntüsü, kokusu, sesiyle tüm dosyaları saniyenin bilmem kaçta biri kadar bir sürede nasıl bulup çıkarabiliyorsun sevgili beynim?