30 Aralık 2010 Perşembe

2010'un son yazısı


aslında ben bu 2010 rakamını çok sevmiştim yaa. çift sayıydı bikere. ayrıca 20, 10'a bölünüyodu. 2 tane sıfır vardı sonra içinde. rahat hissediyodum yaa. ama 2011 öyle mi ya... cık cık cık. hem 11 asal sayı*, hiç sevmem.

efendiiim, her ne kadar bu triplere girmiycem dediysem de böyle tatlı bir değişim hissi var içimde şimdi. hani madem illa giricez biz bu 2011'e, e o zaman bi tazelenmişliktir bi enerjidir bi güzel hislerdir gelsin bari bu tarafa doğru : )

öyle, yok efendim yeni yıl kararları, vay şöyle yapıcam böyle edicem, az yiycem, çok spor yapıcam, para biriktiricem, dünyanın anasını satıcam falan gibi istek parça listeleri yapmıyoruz. neden? hayat bize herşeyin eninde sonunda olması gerektiği gibi olduğunu gösterdi çünkü. bundan sonra napıyoruz? günümüzü olabildiğince doyasıya yaşıyoruz, bırakıyoruz suyu yolunu bulsun diye... pozitif enerjiyi elden bırakmıyoruz.

sizi seviyorum.

* asal sayı: sadece 1'e ve kendine bölünebilen sayı. mesela 21 asal değil, 3'e, 7'ye, 21'e felan bölünebiliyo çünkü : )

20 Aralık 2010 Pazartesi

dengesiz elif

Eğer "denge" denen şey hayatın akışına kendini bırakmaksa... Eğer kolay mutlu olmaksa denge, biraz dengesizleştim galiba...

Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları, sf 233.

14 Aralık 2010 Salı

leylek havada

otel odalarının en sevdiğim tarafı şudur ki: parasını ödeyip dibine kadar konfor satın alırsınız. ve tabii ki yalnızlığın huzurunu ve iç çamaşırlarınızla rahatça dolaşmanın özgürlüğünü : )

en sevmediğim tarafı da: biryere ait olmamanın huzursuzluğu ve sahip olduklarını bir çantada oradan oraya taşımanın ağırlığı...

vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı
vaktinde anlamanın sevinci mi
ya da biraz geç kalmanın
o gereksiz tedirginliği mi
hangisi
ama belli ki sonundayız herşeyin
en sonunda
e.c.

12 Aralık 2010 Pazar

Hacer

İlkokulda birgün din dersinde öğretmen "kıyamet günü mahşer yerinde toplaşınca insanlar, kimse kimseyi tanımayacak" demişti; "anneler bile çocuklarına bakacak durumda olmayacak, herkes kendi derdine düşecek"...

Eve gelip anlatmıştım bunu sana. çok korkmuştum, ağlamıştım. Beni korkutan şey kıyamet günü falan değildi; hayal ettiğim o kaos içinde sensiz kalmaktı. Sen de şöyle demiştin: "merak etme, o gün geldiğinde bile ben sizi bırakmam" Nasıl rahatlamıştım.

O kadar güzeldin ki biz çocukken. Nasıl gururlanırdım sen okulun kapısından girdiğinde. "Bu güzel, asil, akıllı, gururlu kadın benim annem" Nasıl saygıyla bakardı sana komşularımız, arkadaşlarımın anneleri ve ailemizdeki diğer kadınlar...

Ve o kadar güzelsin ki şimdi, biz kocaman çocuklarız hala.. Senin yaşına geldiğimde senin kadar vakur, asil ve güzel görünmek istiyorum.

"Akıllı ananın deli kızı alınırmış da, deli ananın akıllı kızı alınmazmış" dersin ya hep, akıllı ananın deli kızı olmaktan duyduğum onuru ölene kadar taşıyacağım.

Hayatta yaptığın herşeyin hakkını verdiğin için,

Sağduyundan ve asaletinden hiç vazgeçmediğin için,

Sadece hissettiğin gibi davranarak bizi adam ettiğin için,

Bizi herkesin yanında gururlandırdığın için,

Ve her gün arkadaşlarımın yanında "annemin bir lafı vardır..." diye başlayan konuşmalar yapmamı sağlayacak kadar "kendine has" olduğun için seni seviyorum.

Doğum günün kutlu olsun Hacercim...

Ortanca kızın Elif

10 Aralık 2010 Cuma

kar...

kardan bir tünelden geçiyorum... Issız, huzurlu... Fonda şebnem ferah: "sevdiğim birini hiç kaybetmemiştim.. Kaybetmek yoktu, yoktu aklımda..."

Evren, içimizden geçen herşeyi yerine getirir... Eninde sonunda...

8 Aralık 2010 Çarşamba

in eşşekten, dövüşelim

ben eve asık bir suratla ve kafamdaki saçlar tepeye dikilmiş şekilde girince annem şöyle der: "ne o elif? in eşşekten dövüşelim diyosun yine.." : ) hayatta bunun kadar güldüğüm başka bir tanımlama yok galiba.

bugünlerde bunu herkese diyorum, hemen gardımı alıyorum, daha konuşmaya başladığımda yumruklarımı sıkıp, kollarımı dirsekten kıvırmak suretiyle yukarı kaldırıp, burun hizasında gözlerime yaklaştırıp "gelsene, gelsene" pozisyonuna geçiyorum, canım kavga istiyorrr!!

böyle zamanlarda yapılacak en güzel şey, uzun zamandır aslında size çok da batmayan birtakım hadiseleri, yeni meydana gelmiş gibi algılayıp kavgaya hazırlanmaktır. misal: uzun zamandır kredi kartınızdan çatır çatır çekilen ve bugüne kadar dert etmediğiniz kart aidatı yüzünden kavga etmek bulunmaz nimettir.

hemen arabaya atlanır, bankaya gidilir. algı şu yöndedir: "bunlar şimdi bu işi nasıl olsa halletmezler, ohh mis gibi kavga ederiz"

Qmatic'ten müşteri temsilcisiyle görüşmek için sıra alınır, o da ne? masalar boş, sadece gişedekiler çalışıyor (ohh çok şükür sebep bulundu, tam göbekten dalabiliriz).

(ben) güvenlik görevlisine: pardon bakar mısınız, müşteri temsilcileri nerede acaba?
cevap: bu şubemizde m.t. yok efendim.
ben: peki neden Qmatic'e m.t. diye seçenek koydunuz?
cevap: o makina standart geliyor efendim.
ben: peki neden m.t. standart bir uygulama değil? ve o masalar neden burada? ve neden makinanın o seçeneğine kağıt mağıt yapıştırıp kapatmadınız? (güvenlik görevlisi su kaynatmaya başladı, güzeeel, kafasını uzaklara doğru hindi gibi uzatıp, benimle uğraşacak bir zavallı arıyor kendine)
cevap: hanfendi kemküm.. hık mık
ben: yani şimdi burda benle ilgilenecek (benle kavga edecek) kimse yok öyle mi? rezalet... rezalet...

çok olmasa da biraz rahatlamış olarak şubeden çıkılır, kart cüzdana geri sokulmadan bir mağazaya dalınır, haşırt diye bir tutarda alışveriş yapılır. yapılan alışveriş karşılığında kazanılan yılbaşı çekiliş bilmemnesini almak için yapılan kavga da bir sonraki yazıya kalır artık...

hadi gittim ben

28 Kasım 2010 Pazar

yeşil peri gecesi

"Açık hesaplar açık yaralara benzer. Açık kalırsa mikrop kapar, enfekte olur. Sağlıklı bir gelecek için açık yaraları ve açık hesapları kapatmak gerekir."

Ayfer Tunç
Yeşil Peri Gecesi, sf 349

26 Kasım 2010 Cuma

gelgitleeeer

insan denen yaratığı kontrol eden duygular silsilesi ne kadar karmaşık, ne kadar anlaşılmaz, birbirinden ne kadar uzak ve aslında ne kadar yakın. tuhaftır, saniyesinde üzülüyoruz, saniyesinde seviniyoruz, bi çok mutluyuz, sonra bi anda boğazımızı yakan, midemizden yukarı doğru yükselen bir acı kaplıyor bedenimizi. bi an sonsuza dek yaşıycakmışız gibi hissediyoruz, sonra hoop 5 dk sonra ölecekmiş gibi oluyoruz : ) garibiz yaaa, valla çok garibiz. aslında çok zavallıyız, evrenin döngüsü karşısında herşey bizim elimizde zannetmekle...

akşamdan kalma yattım dün gece, çok mutluydum; sabah saat çaldı, mutsuz oldum.
duşa girdim, keyiflendim; arabaya binip trafiğe çıkınca canım sıkıldı.
bütün ışıklar yeşil yandı hiç beklemedim, mutlu oldum; ofisin olduğu sokakta trafik anlamsız yere kilitlenince mutsuz oldum.
çok sevdiğim bir müzik başladı sonra (L is for the way you LOOK at me..) aman bi keyiflendim, ofise girdim bismillah tlfonum çalmaya başladı, dellendim.

ulan yarım saatin içinde bu kadar duygu arasında gidip gelinir mi yaa. denge, düzen bi b.k kalmaz insanda tabii. hayır bi de evrene mesaj gönderme hadisemiz var sabahları uyanınca. diyoruz ki: bugün mükemmel birgün olacak : )

uykum var, canım bişey yapmak istemiyor, lakin thank god it is friday!

I don't care if monday's blue
tuesday's gray and wednesday's too
thursday, I don't care about you
it's friday, I'm in love

22 Kasım 2010 Pazartesi

seviyorum - sevmiyorum

bakkalları seviyorum, bi de büfeleri. hani böyle arabayla kapısına yanaşınca, camdan elinizi uzatsanız içerden istediğinizi alacakmışsınız hissi veren yakınlığını... alışveriş merkezlerini sevmiyorum, dev hipermarketleri, o sevimsiz kalabalığı, çeşitliliği sev-mi-yo-rum. artık pek kalmadı ama nerede bir market-bakkal görsem durur bişeyler alırım yoktan yere.

kendi saçımı kendim yapmayı seviyorum, böyle darmadağın, doğal, ben gibi yani. kuaförlerden nefret ediyorum. oraya gelip hayatıyla ilgili herşeyini kuaföre, manikürcü kıza anlatan, onlarla öpüşüp sarışan, "aşkım, bebeğim" diye hitap eden süs köpeklerini sevmiyorummm.

muhabbeti seviyorum. kırıtmayı sevmiyorum.
istediğim gibi davranmayı seviyorum. "ben artık olgun bir kadınım, oturayım" pozlarını sevmiyorum.
içmeyi seviyorum. "benim hakkımda ne düşünürler, biraz ağır olayım" pozlarını da sevmiyorum.
sıkılınca basıp gitmeyi seviyorum. "insanlara ayıp olur, sıkıntıdan patlıyım ama burda kök salayım" durumlarını sevmiyorum.
sadeliği seviyorum. ihtiyacım olan her türlü "aksesuar" bende fazlasıyla mevcut zaten. yapay olanı sevmiyorum. ne demişler: simplicity is the ultimate sophistication!

kırılıp döküldüm diye
korkmayacaksın tekrar sevmekten
ne de olsa insan bir kere ölür
hani kırılmaz ya kemik de aynı yerden

4 Kasım 2010 Perşembe

doğumumun 32. yıldönümü

Bagdat Caddesi'nin ortasında, yalnız başıma, elimde bir paket hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Sevgili patronum bi adres verdi, orda bi paket var, al bana getir dedi. Gittim, saatçi... Elif Hanım bu sizın dediler, ve o anda bi msj... Cok duygulandım, gururlandım, yalnız değilmişim, çok seviliyomuşum onu anladım.

iki gündür bitmeyen hüznümü, kocaman bir sürprizle sonlandırdınız. iyi ki varsınız...

Bir daha asla bu kadar yalnız ve sahipsiz hissetmemeyi diliyorum.

iyi ki doğdum...

30 Ekim 2010 Cumartesi

@ Hatay

Yemek yemek için 700 km yol geldik : ) 2 gündür Hatay mutfağından yemediğimiz şey kalmadı. Oooof catlamak üzereyiz.

Şu an güzel yurdumun en güney ucundayız, karşıdaki tepenin ardı Suriye. Deniz kenarındayız, mangalda künefe yapıyolar.

Yemek içmek, kış günü 27 derecede gezmek güzel de, bu yorgunlukla yarın o kadar yolu kim gidecek? Bi daha hazırlanıp kim yollara düşecek?

Aaaaay hayat çok zor : )

27 Ekim 2010 Çarşamba

stop

Yoruldum ulan. Uygar dünya bu mudur yani? Millet evine giderken aksamları sakin sakin, ben toplantıdan cıkıp ofise gidiyo oluyorum daha. Herkesin işini ben bitiricem sanki. Seytan diyo ki evlen, yap bi cocuk, kır kıcını otur evde. Ama yooook, ruhum kabul etmez.

Valla iş güç yığılı duruyo, hayatımda ilk defa izin aldım, tatile gidiyorum. Zaten kafam da götürmüyo bu kadar seyi. Yaşlanmak böyle bişey galiba. Sanki daha cok unutuyorum, daha cok dagılıyo dikkatim. Evet yorulmuşum ben yaa.

Pazartesi yine seyahat... Bilgisayarım, telefonum ve ben seviyeli bi birliktelik yaşıyoruz :) ama ben coook yalnız hissediyorum kendimi yollarda, o koca şehirde. Hep ağlamaklı oluyorum, niye?

Evcimen bi insanım ben galiba.. Homo domesticus. Mutsuz oluyorum yabancı yerlerde.

iii de ben şimdi n'apıcam?

12 Ekim 2010 Salı

körler ülkesi

Bu şehre gelmekle bir yalana inanmak aynı şey sanki

4 Ekim 2010 Pazartesi

yılın ilk çorabı

kış geldi :( benim bu soğuk havalara alışmam lazım. sabah arabaya binince 4 dereceyi gördüm. ama en güzeli ne biliyo musunuz? çoraplar! sıcacık, yumuşacık çoraplar : )

erken kararan günler, soğuklar, sevimsiz suratlı insanlar, solgun benizler... ama hepsinin ötesinde birşeyi bilmek güzel: yaz yeniden gelecek.

ve ben soğuk kış günlerinde oradan oraya seyahat ederken, dışarıya baktığım camın sıcaklığında insanları özlüyorum...

akşam kavuşmadan
dükkan kapanmadan
aşk mümkün müdür hala?

27 Eylül 2010 Pazartesi

garip değil mi

birine vazgeçilmez olduğunu hissettirdiğinizde, ilk vazgeçeceği kişi siz olursunuz!

5 Eylül 2010 Pazar

simetri

Herkesin ağzında aynı laf: "bende simetri hastalığı var"
Ama kimse hayatının eğri büğrü gittiğinin farkında değil

22 Temmuz 2010 Perşembe

chronicles of bodrum - II

Pratikte bugün tatilimin son günü, teoride pazartesiye kadar tatilim. Uçak saatini bekliyoruz. Yüzmekten, uyuyup uyanmaktan, ıslanıp kurumaktan, duş almaktan bitap düşmüş durumdayım : ) ama değdi doğrusu.

Ne kadar, kafamı dinledim desem de, insan gittiği yere kendisiyle beraber herşeyini götürdüğü için düşünüp sıkılmamak elde degil. Ama tatíl sonrası, yeni sezon işbaşıyla beraber her şey yenilenmiş gibi olsun istiyorum.

Hadi bakalım, bu yaz da böyle geçti. 4 senedir kurduğum yaz tatili hayallerimi düşünüp aptallığıma güldüm : ) insan yaşadığı sürece öğreniyor işte

Yatağımı ve yastığımı özledim...

20 Temmuz 2010 Salı

chronicles of bodrum - I

8 günde 2 kitap bitirildi
Serdar Ortaç konserine gidildi, kurtlar döküldü
Uzun zamandır olmadığı kadar çok bronzlaşıldı, güzelleşildi
Hala dikkat çekici bir kadın olduğum farkedilip, sevinildi :)
Yeni arkadaşlar edinildi
Sabah gün doğmadan denize girildi, hayata şükredildi
Sadece 1 kere derin düşüncelere dayanamayıp, ağlandı
Her akşam sahilde içip ayın deniz üzerindeki manzarası izleniyor, hayata bi daha şükrediliyor
Kabullenildi...

9 Temmuz 2010 Cuma

8 Temmuz 2010 Perşembe

ankara

ne zaman böyle yağmur yağsa ankara'da, bir yazma hissi geliyor da gitmiyor bir türlü. toprak her yerde böyle mi kokar bilmiyorum ama ankara'ya yağdıkça sanki birşeyler temizleniyor içimden...

başka bir şehri hayal edip sana ihanet ettim ben. tanımadığım bir şehrin büyüsüne kapıldım, senin bozkırına yüz çevirmek istedim. oysa ki bu bozkırın caddeleriydi beni hüzünlendiren, hüznümü dindiren. o şehrin insanları da yabancıydı, "istiklal"inde akıp giden hayatı da.. başka bir şehri düşünüp sana ihanet ettim ben, beni affet..

3 gün sonra gideceğim, ama dönmek üzere. ben seni terketmek için gidemezmişim hiç zaten. ne yana baksam taş toprak, ne yana baksam gördüğüm bu sarı hava beni sarıp sarmaladı en zor günlerimde. iyi ki vardın ve iyi ki ben burdaydım. başka bir şehirde terkedilseydim, boğulurdum..

bir şehirle özdeşleştirmiştim herşeyi ve şimdi adını duymak bile istemiyorum. ama sen ankara, sen çok vefalı çıktın, serin yaz gecelerinde penceremden konuşurken senle "boşver" diyen sesini duydum ben yemin ederim.

ne zaman böyle yağmur yağsa, benimle beraber ağladığını anladım, beni hiç yalnız bırakmadın sen. adına çok şiir yazmıyorlar, olsun.. şarkını yapan da yok pek, ona da peki.. biz seninle kendi şarkımızı yazıp kendi şiirimizi okuyalım. hayallerini kendinden başkasına bağlayanların ne kadar mutsuz olacağını gösterdin sen bana.

başka bi şehirde olsaydım şimdi, ölümü düşünmek kolaydı. ama insan köklerinin olduğu yerde bu kadar kolay vazgeçemiyor kendinden, vazgeçemiyor gelecekten..

yeter artık ağlama, beni affet ankara...

bu imkansızlıklar
bu yaralar
hepsi, hepsi insan işi
ve insanın insana ettiği
en yalan yemin: AŞK!
y.e.

1 Temmuz 2010 Perşembe

1 temmuz

eskiden 1 temmuz'da biz evimizden çoook uzaklarda olurduk. başka bir dünyaya giderdik sanki. ben zannederdim ki herkes bizim gibi terkeder evini 3 aylığına, herkes böyle denizin kumun içinde aylak bir yaz geçirir bizim gibi. çocuktum ve dünya benimkinden ibaretti sadece...

deniz bayramı bugün. deniz olmasa da hergün bayramdı bize aslında o zamanlar. çocuktum ve aşk yoktu hayatımda. o zamanlar adım "saf"tı, şimdi "deli", ikisi de aynı şey, kalbimse buz gibi...

insanlar biyerlerde aylak bir yaz geçiriyor, ben burdayım ama zaman başka biyerde başka bi şekilde akıp gidiyor. hala her akşam yağmur yağıyor, yağmura hüzünlenip ağlıyorum, penceremden ankarayı gözlerimle seviyorum.

çocuktum ve aşk yoktu hayatımda, ben aynı bendim, "hayıırr" dedim mi herşey biterdi... nasıl oldu da bu kadar örselendim : (

bana yalanlar söylese yetinecektim
ama yalan söyledi...
ö.a.

28 Haziran 2010 Pazartesi

murphy'ye açık mektup

sevgili murphy,

pazartesileri sevmediğimi bilirsin. üstelik geçirdiğim bu haftasonundan sonraki pazartesiden nefret etmeye daha cumartesi gününden karar vermiştim.

sabah işe geç kalmakla başlayan terslikler silsilesi, yolun kaza dolayısıyla kapanması ve benim rutin pazartesi toplantısına yetişememem şeklinde devam etti. toplantıdan sonra, bugün baskıya vermemiz gereken DT broşürünün son hazırlıkları için çalışırken elektriklerin kesilmesi de neyin nesi? üstelik bu kesintiyle beraber bilgisayarım hasar gördü, "elektrik kesilse de bana bişey olmaz" dediğim kaydedilmemiş belgelerimi kaybettim. duuur daha bitmedi. elektrik arızayı aradık, bir de ne öğrenelim: akşam 4'e kadar bakım onarım çalışmaları dolayısıyla elektrik verilemeyeceğini söylediler. sayende, bilgisayarlarımızı toplayıp DT'ye geldik çalışmaya, inanabiliyor musun. bugün akşam olmazzz, olsa da sabahı görürüz biz burda kesin.

sana bu satırları, müşterinin toplantı odasından yazıyorum, iş yetiştirmeye çalışıyoruz.

artık terslik yapmayı bıraksan da şu kardeşine bi güzellik yapsan diyorum, buna çok ihtiyacım var.

gözlerinden öperim

elif

ps. hayat beni neden yoruyosun?

16 Haziran 2010 Çarşamba

oje

bu ne boşluk, bu ne sıkkınlık ve bu ne bıkkınlık!

son birkaç gündür ofiste
çiçek diktim,
odamın dolaplarını 3 kere temizledim,
kitap okudum,
cd'lerimin hepsini önce bilgisayarıma ordan iPod'a kaydettim,
bilgisayarımdaki tüm gereksiz e-mailleri ve dosyaları sildim,
internetin en diplerinde okunmadık satır bırakmadım,
veee bugün en son nokta....
oje sürdüm!

evet evet, bugün parodilerdeki devlet memuru tiplemeleri gibi ofiste tırnaklarımı önce hafifçe bir törpüleyip arkasından oje sürdüm : ) işin garibi, bu aktiviteyi yapmaktan utanıp çekinmedim de aynı anda müzik dinlemek çok laubalice olur diye müziği kapattım : )

zaman geçmiyor, takılıp kaldık sanki...

gidiyorum gözüm arkada
kaçamadık buradan başbaşa
hangi oje yakışmaz ki kız sana
ver elini bana

10 Haziran 2010 Perşembe

ertelemeyin

yağmur yağarken camı kapamayın sakın. hatta benim gibi yapın, arabayı çekin kenara, ıslak toprak kokusunu, üzerine yağmur yağmış tozlu taş kokusunu içinize çekin..

gideceğiniz konserleri, gezeceğiniz yerleri ertelemeyin, öyle bir zaman hiç gelmeyebilir. size birşey olmaz, önümüzdeki yaz siz hayatta olursunuz da, canlı performansını görmek istediğiniz sanatçı bu dünyadan ayrılmış olabilir, böyle şeylerin telafisi yok, iyi düşünün.

hayat, biz daha güzel şeyler olsun diye beklerken geçip giden zamanın ta kendisi aslında. şimdiyi yaşadığımızın hiç farkına varmıyoruz da, hep gelecekteki birşeyi planlıyoruz.

"geçmiş olsun" deriz ya, aynen böyle olur işte, kaçıp giden zaman geçmiş olur : ) gençlik gider, enerji gider, hatta o gelsin diye beklediğiniz zaman bile geçip gider; hayatınız soru-cevap şeklinde sürüp gider, cevapları geçmişte kalmış sorular..

p.s. yağmur güzel de, bir de şu kara bulutlar kalksa üstümden...

31 Mayıs 2010 Pazartesi

özet

bekle geleceğim dedi, gitti
ben bekle(me)dim, o da gelmedi
ölüm gibi bir şey oldu
ama kimse ölmedi

ö.a.

25 Mayıs 2010 Salı

zaman...

zaman en acımasız öğretmendir. önce sınavı yapar, sonra dersi verir. ve hep hazırlıksız yakalanır insan. bilsek ki bunları yaşayacağız, yapar mıyız hiç? bu kadar temkinsiz davranır mıyız? mutsuz olacağımızı bile bile, kalacağımızı bile bile bu sınava girer miyiz? tüm dersler seçmeli şu hayatta, aşk hariç.. onu seçemiyor insan, aşk insanı seçiyor, ve hep yanlış insanı seçiyor nedense..

mutlu olmak ya da olmamak çok mu önemli, ondan da emin değilim artık. sanki hep aynı yere çıkıyor sonu. söylenen sözler, yaşandığı zaman içerisinde bir anlam ifade ediyor, sonradan düşünmek, geriye dönüp okumak anlamsız. o yüzden hayatındaki izleri silmek ister insan, herşeyi yoketmeyi seçer. yok ediyor ki, dönüp bakacak birşey kalmasın. nasıl ki bütün o şarkılar sizi anlatıyorsa siz aşıkken, bütün atasözleri de sizin için söylenmiştir siz ayrıldığınızda: "zaman herşeyin ilacıdır". bu sözlerin hepsinde kocaman bir tecrübe yatar.

insan unutabilir, isterse tabii. yeniden başlayabilir, bunu da istemesi lazım. ya da hep özlemeyi, hep "onunla" yaşamayı seçebilir. kendi kendine aşkını beslemeyi seçebilir. ama imkansıza yakındır bu, paylaşım olmadan aşk olmaz, ancak saplantı olur, tutku olur, tutkular çok güçlü olduğu kadar, aldatıcıdır da. ama ya zaman... o kadar hızlı ve insafsızca geçer ki, siz neyi beklediğinizi unutursunuz ama beklediğinizi unutmazsınız.

insan beyni kahpedir, kalbi gibi...

... bir aşkı paylaşmak için çok geç
bir paylaşıma aşık olmak içinse erken
beni sevda yerimden vurdu yine zaman
şimdi sana söylenecek tek cümle:
bende sana yetecek kadar ben kalmadı

24 Mayıs 2010 Pazartesi

ben her bahar aşık olmam

Bugünlerde herkes gitmek istiyor
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi. Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.

Yani her şeyi yüzüstü bırakmak göze alınamıyor.
Böyle gidiyor iste.
Bir yanımız 'kalk gidelim', öbür yanımız 'otur' diyor.
'Otur' diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira. Iş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık, monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.

Kalıyoruz.
Kuş olup uçmak isterken ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...

Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal, ben... Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek, iki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki... Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında.
Herkes onu, o herkesi seviyor. Hangi birimizle gitsin?
'Sırtında yumurta küfesi olmak' diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin. Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada. Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım.
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek. Var tabii yapanlar. Ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif...
Denk olsa. Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün. Sabah 09.00, aksam 18.00.
Sonra başka mecburiyetler. Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz. Bir ömür karşılığı bir ömür yani.
Ne saçma.


Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç.
Ama olsun... İstemek de güzel.


CAN YÜCEL

18 Mayıs 2010 Salı

bizans'ı terkederken...

Yer ile yeksan, ıslak saçlı, kem gözlü
Kavim göçlerinden bu yana ağlayan
Ve durmadan cep kanyağı yakıcılığında
Ezgiler çalan, çaldırtan, yakalatan
Adı bende gizli bir kadındı İstanbul.

Şehre bir yağmur yağdı ben ağladım.
Sevilirken ayrılmak mı kaldı Bizans'tan
Yalan dolan yoktu gözlerde yalnızca ses
Verilmiş sözler birdi edilen yeminler sıfır
Eşyalar alındı fotoğraflar söküldü yerlerinden
Bir aşkın izlerini yok edecek
Başka bir aşk sipariş edildi yeniden

Bir şehre yağmur yağdı ben ağladım
Kim daha çok yalan söndürdü çay bardaklarında
Ve buğularda yitirilen kimin adıydı
Bir aşktan diğerine kaç saatte gidiliyordu
Soyulur muydu kabuğu hayatın
Yoksa tüm vitamini kabuğunda mıydı

Yağmur şehre bir yağdı ben ağladım
Ben giderken en çok seni götürdüm
Aklımın nakliyesiydi asıl yoran taşıyıcılar
Yardan düşmüştüm, yaralarım yârdan armağandı
Kutsal kitabımdı ziyan edilmiş sevgililer atlası
Ben sevmeyi beceremedim
Belki de sevilmeyi
Benim sevmeye engel evcil acılarım vardı

Ben yağmur ağladım bir şehre yağdı
Ben şehre ağladım bir yağmur yağdı
Ben bir ağladım şehre yağmur yağdı
Ben yağmur ağladım

17 Mayıs 2010 Pazartesi

1 numarada gidip 40 numarada dönmek...

yenilgi kötü bişeydir. insanı şu hayatta en mutsuz edecek şeydir aslında. çünkü mutsuzluk getiren olayların hepsinin sebebi, sonucunun bir yenilgi olmasıdır. işten çıkarılırsınız, terkedilirsiniz, iflas edersiniz, yapmak istediklerinizi yapamazsınız, istediğiniz şeylere kavuşamazsınız.. bunların hepsinin sonucunda elde kalan şeydir yenilgi.

şartlarına karşı koyabileceğiniz durumlar vardır. oyunu sizin şekillendirebileceğiniz şeyler oluyorsa hayatta, sonunda yenmek ya da yenilmek olduğunu bilirsiniz, sonucunda sevinmek kadar hüsrana uğramak olduğunu da bilirsiniz. hazırlıklısınızdır, herşeyin olabileceğini hesap edersiniz.

ama bir de, bırakın yenmeyi, yenilemeyeceğiniz durumlar vardır. yenilmezsiniz bile, çünkü oyuna hiç dahil olamamışsınızdır...

2 Nisan 2010 Cuma

çocukluğumu özledim

Çocukluğumu düşünüyorum bu aralar pek bi sık. herşeyimizi paylaşırdık o zamanlar. çekirdeği paylaşırdık, bir çekirdek küllahının içine 30 ayrı el girip çıkardı, eski gazete kağıtlarından küllah yapardı bakkal amcalar. oyuncaklarımızı, en çok da zamanımızı paylaşırdık. Sokakta ve evlerde oynadığımız, kendi kendimize yaptığımız, hepsi hayal ürünü olan oyunlarımız ve oyuncaklarımız vardı… Arkadaşlarla eğlenceli vakit geçirmek için “arkadaş”lardan başka hiçbir şeye ihtiyaç duyulmayan zamanlar, gazoz kapağı bulursak içini çamurla doldurup yere yılan çizerdik, akşam olurdu bir çırpıda… bisikleti olanın, mahallede "kral" olduğu günlerdi! Üç kişinin bir araya gelmesiyle kurulan kocaman bir oyun düzeni, koşmaktan, atlamaktan yorulmuş çırpı bacaklar… tozda toprakta oynamaktan kirlenen gözleri çapaklanıp da sabah uyanınca gözünü açamayan çocuk var mı acaba şimdilerde?

Şimdiki çocukların oyunları gibi sanal değildi hiçbiri. Hepsi gerçekti, gerçek arkadaşlarla oynanan, gerçek oyunlar. Oynanırken terlenen, oyuncağa dokunulan, arkadaşa ihtiyaç duyulan oyunlar. Bilgisayar, atari, tetris, gameboy, play station, wii yoktu. İp vardı, hulahop, yoyo, paten, halhal, yakantop, tüf tüf, bisiklet, kukalı saklambaç, sek sek vardı. Evcilik vardı sonra, hayalle kurulan evlerin mutfaklarında arkadaşlarla yenen “yalancıktan” yemekler…

Televizyon ekranına sadece “uykudan önce” bakılırdı. Arkadaşlarımızla oyun CD’si değil, hatıra defterlerimizi değiş tokuş ederdik. anket defterlerinde itiraf edilen aşklar vardı : ) kim kimden hoşlanıyorsa "en sevdiğiniz kız/erkek adı"na onun adı yazılırdı : )

pazar günleri banyo günüydü, banyodan sonra sokağa çıkıp kirlenmeyi göze almak büyük yiğitlikti : )

ulan ne günlerdi beee...

13 Ocak 2010 Çarşamba

kadın kadının kurdudur

şirkete bir basın sorumlusu almak üzere kariyer.net'te ilan verelim dedi patron. ben de meraklıyım zaten böyle işlere, iyi dedik yazdık çizdik. bi dünya sivi geldi. yannız ilginçtir:
a) insanlar istenilen özellikleri okumuyolar
b) oldukça çaresizler

erkek aday dedik, yarıdan fazlası kadın. neyseee, ben zaten kadın olmasın dedim. neden? kadınlarla kadınların çalışması imkansıza yakın bişey de ondan : )

sonra patron fikir değiştirdi dedi ki ya ayrımcılık yapmayalım, belki bu işi bir erkekten daha iyi yapacak bir kadın buluruz.
allaam bakıyorum bakıyorum hepsine bi bahane buluyorum: bu evliymiş seyahate gidemez, bunun çocuğu varmış mesaiye kalamaz, öteki deneyimsiz, beriki çok yaşlı... derken derken o kadaaar sivi içinden bitane uygun bişey bulamadım iyi mi :) yannız bu arada ben bazılarına yuh bu kaç yaşında falan derken baktım biçoğu benle yaşıt!@?

hemcinslerime bu kadar acımasız davranmaya ne zaman başladım ben yaaa, dua etsinler patron ben diilim, yoksa hiçbirinin şansı yoktu : )

bu arada, bunalım zamanlarında saç kestirmekten daha güzel bişey buldum kendime: ikinci dövmemi yaptırmaya karar verdim. ne yaptırayım (ve nereye yaptırayım) sadece onu düşünüyorum şimdi

4 Ocak 2010 Pazartesi

fabrika ayarlarına geri dön

evet, dönülebilir. biraz zaman alacak gibi görünüyor ama imkansız değil. sistem bunun üzerine kurulu. yoksa insanlar, hayatlarında başlarına gelen büyük yıkımlardan sonra kullanılamaz hale gelirdi dimi? herkesi kaldırıp çöpe atmak gerekirdi. ama hayır, öyle olmuyor, sistem kendini tamir ediyor. ama benim gibi virüslü sistemlerin yeniden çalışabilir hale gelmesi biraz zaman alıyor.

işe, default uygulamaları sistem dışı bırakmayla başlamalı. bir kısmı yapıldı zaten, herşey silindi, en azından beyin dışındakiler.

sonra eski uygulamalar tekrar devreye girmesin diye firewall kullanılmalı. mesela "içinde aslan var" tişörtü görünce ağlanmamalı, dolunaya eskisi gibi gönül rahatlığıyla bakılmalı, bütün o şarkılar yine keyifle dinlenebilmeli, beraber gidilen mekanların kapısına gelince içerde canavar varmış gibi donup kalınmamalı. peki bunun için napıcaz? "o beni devre dışı bıraktıysa ben de onu silebilirim" diycez. delete tuşu nerde yaaaa : ( "o acı çekmiyo da ben niye çekiyorum kardeşim" telkini de işe yarayabilir bazenleri.

göksel'in son albümü çok güzelmiş, biraz melankoliye salıyo insanı ama zararı yok. "inanmam" şarkısını becerebilirsem buraya da yükliycem, dinlemeniz tavsiye olunur.

haa bu arada yeni işlemciyi ne zaman kullanmaya başlayabilicem, orası belli diil işte...