30 Aralık 2009 Çarşamba

zehir

önce usul usul ağladım, sonra bağıra bağıra. Gözyaşlarım sulara karıştı, küvetten aktı gitti, kurduğum bütün hayaller gibi aktııı gitti. O kadar uzun sürdü ki, hala aynı gündemiydik bilmiyordum. Ben daha ağlıyodum ama farkettim ki gözlerim kapanmış ağlamaktan ve akacak yaş kalmamış artık. Ya kendimi sokup öldürecektim, ya da zehrimi akıtacaktım. Hergeçen gün ağırlaşan bu kahır bitsin, bir sabah uyandığımda farkedeyim ki hepsi geçmiş. Yeni yıldan tek dileğim bu

28 Aralık 2009 Pazartesi

yılbaşı geliyoooor

bol bol yılbaşı hazırlığı yapılan, sadece kendimle ilgilendiğim sakin bir haftasonundan sonra umutlu bir pazartesiye başladım.

bol bol düşünüp taşınıp, yanlış neydi doğru neydi eksik neydi bir güzel belirleyip 2010 haritası çıkardım kendime. klasiktir, yılbaşında, doğumgününde, yaza girerken, kışa girerken insanlar birtakım kurallar koyarlar ya kendilerine; ve birçoğunu yapmazlar : ) olsun, hepsini yapmayacağımı ve bu kurallara sadık kalmayacağımı bilsem de, yeniyılda yeni kurallar falan tadında bişeyler belirlemek istedim.

1. en az haftada 4 gün spora gidilecek.
2. alkol tüketimi haftanın bir gününe sıkıştırılacak.
3. gerçek bir hobi edinilip ısrarla devam edilecek. seramik diyorum ben, zamanında yapmıştım, içinde ıslak toprak kokusu olan herşeyden keyif alabilirim : )
4. gereksiz masraflar minimize edilecek. var olan ve ihtiyacımı karşılayan bir eşyadan bir tane daha edinilmeyecek.
5. daha çok seyahat edilecek, arkadaş varsa arkadaşla, yoksa yalnız, ama mutlaka yeni yerler görülecek, gezilecek.

özetle, daha az düşünülüp, daha çok yaşanacak : ) veee perşembe günü tatile gidilecek, pazar dönülecek ve çoook eğlenilecek.

herşeyi geride bırakmak için son haftaya girdik, duyrulur...



25 Aralık 2009 Cuma

kadınlar

dün ve ondan önceki gün istanbul seyahati vesilesiyle karşılaştığım manzaraları paylaşmak geldi içimden.

bir müşterimizin medya ilişkilerini yönetmek üzere "profesyonel" bir PR (halkla ilişkiler demek oluyoo) şirketi aramak için düştük yollara. bu işin merkezi istanbul ya, herşeyin merkezi istanbul(!) olduğu gibi, 1 hafta önceden aldık randevuları felan. daha oraya gitmeden tlf konuşmalarından gıcık oldum ben adamlara, daha doğrusu kadınlara! bu piyasayı hanımlar ellerinde tutuyolar çünkü. allaaam, "lütfen" konuşuyolar, ağızlarına kira istiyolar, yayılıyolar da yayılıyolar...

ya deli oluyorum ben bu istanbulluların kendini beğenmişliklerine, biz ankaralılara taşralı muamelesi yapmalarına, herşeyi biz biliyoruz havalarına. ulen sanki istanbulda değil de uzayda yaşıyolar, bi pozlar, bi tavırlar.... "fazla mütevazi olma, gerçek sanırlar" diye bi laf vardır ya, bizimki o hesap. biz çok alçakgönüllüyüz, bunlar bizi bişeye benzetemiyolar. her laf "siz bilmezsiniz"le başlıyo, "ama burası istanbul"la bitiyo. istanbul fatihi, bunlar kadar övündü mü acaba zamanında, merak ettim.

sonra düşündüm, ben buralara gelsem bu havalara girer miyim acaba? böyle hırslı, işi gücü toplantı, müşteri, giyim kuşam, hava-poz bi kadın olur muydum acaba? yannız bişey dikkatimi çekti. kırklarına yaklaşmakta olan hanımlar, ya bekarlar ya boşanmışlar : ) mevzuyu çözmüşler yani. süper yüksek egolar, herşeyle dalga geçmekten büyük zevk alıyolar, özellikle erkek egemen (daha doğrusu erkeklerin egemen olduklarını sandıkları) hayatla... bu hallerine bayıldımmm.

iş güç konusunda başarı takıntısı olan, rekabetçi, hırslı biri değilim ama hayat konusunda kesinlikle bağımsız, başeğmez, muhtaç olmayan ve bu hayattan ne istediğimi asla unutmayan biri olarak devam edicem. erkekler güçlü kadın istemezler, çünkü bilirler ki kendilerine körü körüne ihtiyaç ve "ne olursa olsun" birliktelik yoktur o zaman, bilirler ki o kadın çantayı alıp çıkabilir. o yüzden zayıfın yanında kendilerini 10 kaplan gücünde hissederler : )


24 Aralık 2009 Perşembe

bebek'te "sade kahve"

Masada kağıt servis, üstüne en sevdiğim şiiri yazmışlar.
Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum

22 Aralık 2009 Salı

okumak lazım

bu yılın en iyi 10 kitabı bunlarmış, ben 2'sini okumuşum, geriye kalmış 8...

1. bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi (ayfer tunç) - okudum ve çok beğendim, tavsiye edilir, kalın felan diye şeyetmeyin
2. çöplüğün generali (oya baydar)
3. yüzünde bir yer (sema kaygusuz)
4. fay kırığı (mehmet eroğlu)
5. eflatun koza (cahide birgül)
6. dünyanın uğultusu (behçet çelik)
7. yorgun sevda (irfan yalçın)
8. sonradan yaşamak (önay sözer)
9. aşk (elif şafak) - bunu da okudum, saçmalık, ama aşk için fedakarlık yapmanın sadece kitaplarda olabileceğini göstermesi açısından faydalı bir eser
10. gizli aşk bu (özen yula)

bu kitaplar tek tek okunacak, burda paylaşılacak. fazla aşka meşke saran kitap varsa derhal bırakılacak, çekemem
kendimi çok iyi hissediyorummm

kiss you all : )

18 Aralık 2009 Cuma

maskeli balo

bazı şarkılar vardır, keyifle dinlersiniz, melodisi kıpır kıpırdır ama sözleri baştan başa hüzündür aslında...

yaredir sinede, eski sevgili
eski sevgili, eski günler
hayata baksana takmıyor kimseyi
hiçbirşey diriltmez artık geçmişi
yaredir yine de

yaktım gemilerimi
dönüş yok artık geri
tak etti canıma bu maskeli balo
bu maskeli balo ve onun sahte yüzleri

yaredir sinede eski sevgili
ne yapsan kolay unutulmaz
ağlama geçmişe, yaşadık bitti
anılar bizi yalnız bırakmaz
yalnızız yine de


17 Aralık 2009 Perşembe

büyüklere masallar

kurbağaydı, öptüm prens oldu
bizansı yeniden fethedicektik, adını istanbul koyucaktık
ankara'da başlayan aşkımız "ada"da son bulucaktı
hatta adaya giderken yanıma alacağım 3 şeyi sadece ikimiz biliyorduk
sonra gökten 3 elma, benim kafama düştü!
... ve ben yine çirkin ördek yavrusu oldum

15 Aralık 2009 Salı

bir VARmış, bir YOKmuş!

canınızın acıması için biyerinize bişey olması gerekmiyomuş

gitmek yetiyomuş,
kalmak ya da,
onsuz kalmak,
bir söz yetiyomuş acıdan kıvranmanız için
"kendine iyi bak"ın içindeki küfür...

aslında güçlü olmak diye de bişey yokmuş
yalnız olmak varmış sadece

ve sadece "sen" bilirsin geri dönüş olmadığını...

14 Aralık 2009 Pazartesi

maymundan hallice bir iştahım var

pazar günü can sıkıntısından evi aşağı yukarı şöyle bir dolandım. en alt katta kullanmadığımız, eskiden kardeşimin odası olan, şimdiki haliyle bana bir hayli ürkünç gelen salonumsu odaya bir girdim. etrafa şöyle bir bakınca anladım ki, hayatta ne kadar çok şeyi tüketiyoruz, ne kadar çok şeye heveslenip yarım bırakıyoruz, alıyoruz, atıyoruz hatta atmayıp biriktiriyoruz... biriktirmişim, hem de bi dünya... bi alınıp hiç kullanılmayanlar var, bi de başlanıp bitirilmeyenler...

kibrit çöplerinden bir maket, bitseymiş yel değirmeni olacakmış. aman ne hevesle başlamıştım. bir kutu dolusu kibrit çöpü, tutkal, efendime söyliyim özel bir giyotin böyle küçücük sevimli bişey. ilk katı çıkıp bırakmışım : ) gerisi öylece duruyo kutusunda.

köşede yerde kocaman bi sunta üzerinde yarım bir puzzle. bu da bitseymiş osman hamdi bey'in kaplumbağa terbiyecisi olacakmıştı. kenarından köşesinden yenmiş gibi öyle yarım yamalak duruyor. kimbilir neye bunalıp başladım yapmaya, sonra kime kızıp bıraktım belli değil.

yarım bir yağlı boya resim, daha şişlerinde duran yarım bir örgü atkı ya da kazak ya da hırka, yarım bir patchwork battaniye, başlanmış bir kitap, ayracı kitabın ortasında.... herşey yarım kalmış, benim gibi

hiç kullanılmamış saç maşası, printer, egzersiz aletleri, okunmamış kitaplar, seğredilmemiş filmler, giyilmemiş bir palto.. evet evet benim alınıp hiç giyilmemiş bir paltom bile var evde. hatta o paltoyu almak için sabahın 9 unda mağazanın kapısına dayandığım düşünülürse, verdiğim kararlar konusunda kendimden korkmalı mıyım bilemedim : )

alınıp kullanılmayan ya da yarım bırakılan mal ve hizmetlerin mali analizlerine girip hiç canımı sıkmak istemiyorum, kabaca bir düşündüm, servet yatıyo o odada bee : )

bunların hiçbirine değil de tek birşeye sahip olmak istiyorum ben, onu da alırsam sonuna kadar kullanıcam zaten : )

karanlık bir pazarteside anca bu kadar yazılır....

delilerden sen anlarsın konuş onlarlaaaa, nasıl muhtacım bunaaaa


4 Aralık 2009 Cuma

pul biber, maydonoz, kuru nane

Hayat bazen "bütün günü sevgilinizle geçirip akşam eve geldiğinizde aynaya bakınca dişinizdeki pul biber tanesini farketmek" gibidir. Bu bazen bir parça maydonoz ya da kuru nane kırıntısı olabilir.

Yani şudur aslında olan; çok güzel gidiyo sanırsınız herşeyi, bir de dönüp bakarsınız ki o süre zarfında sizden habersiz şeyler olmuştur, öğrenince sizi hüsrana uğratıcak.

Ya da sevinilesi bişeydir, hayatınızdaki insanların sizi düşündüğünüzden daha çok sevmesi gibidir, sizi üzmemek için, içinde bulunduğunuz güzel zamanı rezil etmek istememişlerdir.

Ya da şöyledir: o kadar umursamaz ki sizi hayatınızdaki insanlar, siz kötü şeyleri farkettiğinizde üzüleceğinizi bile bile uyarmamışlardır sizi zamanında.

Öylesine aklıma geldi işte

25 Kasım 2009 Çarşamba

avuntu

seni senden de yakın yalnız ben tanıyorum
sana seni en sıcak bir ben anlatıyorum
kimse varamaz senin ben kadar yakınına
çok zamanlar kendimi sanki sen sanıyorum
sana seni anlatsam, anlatırım kendimi
sende seni ararken, kendimi arıyorum

ö.a.

19 Kasım 2009 Perşembe

life sucks, depression rocks!

depresyonumun tadını çıkarmak istiyorum!

hayatta herşeyden zevk alacak bişey bulan ben, bunalımımdan da zevk alacak yanlar buluyorum kendimce. mesela:

normal zamanlarda yendiği zaman bünyede suçluluk duygusu yaratan ruffles, panço, nutella nevi maddelerden had safhada tüketebiliyorum. ben kendimde değilim, yiyebilirim diye kendimi motive edip aldığım zevki iki katına çıkarıyorum. selülit (ki bende pek bulunmaz), sivilce endişesi, tuz yağ ikilisinin diğer etkileri vız geliyo.. hatta bazen yanında cola felan içtiğim bile oluyo. bu gibi zamanlarda sigara tüketimini de önemsiyorum tabii, dişlerimin beyazını seviyorum ama valla pek umrumda olmuyo bu aralar.

yine normal zamanlarda seğredilmesi asab bozan bol entrikalı, gerçeküstü türk dizilerini seğredip, kendimi abuk subuk senaryonun akışına bırakabiliyorum. hafta içi bol bol aşk-ı memnu, yaprak dökümü, canım ailem, ki kendisi de artık entrikaya bulaşmış bir dizimizdir, tadındaki dizileri seğredip, yetinmeyip haftasonu yayınlanan tekrarlarını da seğretmek suretiyle canımı iyice sıkıyorummmm. allaam o bunla yakalandı, öteki parasız kaldı, beriki sevgilisinden ayrıldı felan diye onlara hayıflanıyorum.

günde 10 saat uyuyup, hiç kitap okumayıp, cumartesi pazarı spor yapmadan koltuğun üzerinde bir dikey bir yatay pozisyonlarda geçirip, zamanın üzerimden geçip gitmesine izin veriyorum. hiççç bişey yapmadan, spora yatırılmış paranın boşa gittiğini bile dert etmeden, benzin ve alkol tüketilmeyen, tüketilince de işin suyunun çıkarıldığı haftasonları yaratıyorum kendime. fonda funda arar "haberin var mı" ya da şebnem ferah "mayın tarlası" çalıyo..

depresyonların en güzel tarafı, hayatın rölantisinden sonraki gazlama evresidir. bir sonraki aşamanın hızlanmak ve hatta hızını alamayıp uçmak olduğunu bilirsiniz ve bu hazırlık evresini dibine kadar sömürmek istersiniz. bu sefer fonda çalacak şarkı nil'den "seviyorum sevmiyorum" olacaktır şüphesizzz..

o yüzden hakkaten merak ediyorum: bakalım kahramanlarımız ilerki bölümlerde nelerle karşılaşıcaklar...

4 Kasım 2009 Çarşamba

iyi ki doğdum, ne güzel bir kadın oldum

hava berbat, pis bi yağmur dövüyo camları. havanın bu kadar kötü olduğu başka bir doğumgünümü hatırlamıyorum. başlığa bakıp da aman ne güzel şeyler yazmıştır bu diye düşündünüz, yanıldınız, kasvetliyim, karadeniz gibi aynı. oysa ben akdeniz gibi günlük güneşlik olmak istemiştim bugün.

aslında bu özel günlere fazla anlam yüklemek saçma. ertesi gün herşey aynı oluyo ya hani. eeee diyesi geliyo insanın. o yüzden dün, bugün, yarın... yok birbirinden farkı.

zaman da ne çabuk geçiyo, yaşlanıyoruz, şöyle böyle vs vs edebiyatı yapmıycam.

çünkü ben yaş(lanm)ıyorum!

14 Ekim 2009 Çarşamba

mutluyum / mutlusun / mutlu

insanoğlu çok küçük şeylerden mutlu olurmuş gibi geliyo bazen.. bazen de allahım neler neler geçiyo elimize bi türlü mutlu olmak istemiyoruz. azalan verimler yasası gibi bişey okumuştuk ya ekonomide, birşeyden ne kadar çok elde edersen, ondan sağladığın fayda da o kadar azalıyo ya hani, işte durum bu.. yenisini istiyoruz, daha fazlasını, daha güzelini, daha daha dahasını istiyip duruyoruz.

ama bazen de öyle bişey oluyo ki, hiç beklemezken, azıcık bişey nası mutlu ediyo bizi. çünkü sürpriz oluyo, talebimiz dışında gelişiyo ve ihtiyacımız yokken fazladan geliveriyo.

bayılırım mesela, hiç beklemediğimiz bir zamanda, uzuuun zamandır giymediğimiz kotun cebinden para çıkar ya.. hele bi de kağıt paraysa, off o nası bi sevinçtir yaa, belki sakız bile alınmaz o paraya ama sanki dünyaları alırmış gibi gelir insana.

evde oturuyoruz ya da, yorgun ve de argınız... aklımıza bi obje gelir takılıverir, gidip şunu mutfaktan/odadan/aşşadan/yukardan/dolaptan alıp gelsem dersin ama bi üşenirsin bi mız mız yaparsın.. kafanı bi çevirirsin, aman allahım yanı başındaki masada durmuyor mu meğer! sanki dünyada sahip olamayacağınız yegane şey oradadır, ve o mutlu olma saniyesinin tarifi yoktur bende.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

çam devirme sanatı*

* çok itinayla icra ettiğim sanatların başında gelir.

içi dışı bir insan olmak, net olmak, her yerde her aklına geleni söylemek.. vs özellikler yerine göre çok şahane özellikler gibi dursa da, bazen insanı düşürdüğü durumlar çok komik ötesi oluyor. geri dönülemez pozisyonlar yaratıyor, ki laf ağızdan bi kere çıktı mı telafisi yok maalesef.

ortaokuldayken, 30 yaş sorumluluğuna sahip bir insan gibi davranırken, ki şimdi bile öyle davranamıyorum, sabahları servise yetişme sorumluluğu diğer kardeşlerim gibi benim de üzerine titizlikle eğildiğim bir konuydu. aileden öyle gördük. her yere zamanında gidilir, kimse bekletilmez, saati belli olan işlere asla geç kalınmaz gibi... o yüzden, biraz abartmakla beraber, 1 sene boyunca aynı saatte bindiğimiz servisi nedense 20 dk önceden beklemeye çıkıyoruz. servis gelene kadar, mahalledeki bilimum servis kaçırma maceralarını izleyip eğleniyoruz. don gömlek dışarı fırlayan öğrencilerin arkasından tostu camdan fırlatan anneler, iş yeri servisine yetişmeye çalışan, çorabının bi bacağını geçirmiş diğerini geçirememiş koşan teyzeler, dakikliğimiz ve servis kaçırmama konusundaki azmimize güç katıyo :) karşı kaldırımda bi kız var, daha doğrusu kız yok hep servis var, servis gidiyo kız arkasından koşa koşa geliyo ama nafile, kız hep taksiye binmek zorunda kalıyo. 1 sene boyunca 2-3 kere falan binebildi servise zavallı. biz de kardeşimle bunun geyiğini döndürüp durduk.

ertesi sene, yanımıza bi kız daha katıldı, heralde dedik yeni taşındı felan, bizim okulda yeni, fazla da muhabbete girmiyoruz, kız bizden her akşam rica ediyo, yarın sabah servisi tutun nolur ben kaçırmiyim falan diye. ben bi sabah başladım kıza anlatmaya: şu karşıda bi kız vardı geçen sene, salak her sabah servisi kaçırıyodu, aman da o kadar zor bişey mi, aptal manyak ben hababam giydiriyorum kıza. kız dinledi dinledi, dedi ki "o salak bendim". ben öyle demek istemedim desem, olmaz. caddenin karşısından sen olduğunu farkedemedim pardon desem hiç olmaz. kızın suratına 5 sn bakıp, döndüm arkamı, sonra da kız bi daha servisi kaçırmasın diye elimden geleni yaptım :)

bikeresinde de aynı yerde çalıştığım benden yaşça büyük bir iş arkadaşım, bir müşteriyle yaptığım görüşme sonrasında "nası geçti" diye sorduğunda, müşterinin "kel ve göbekli" olduğu gibi çok gereksiz bir detaydan konuyu anlatmaya başlamamla, bunu soran insanın da kel ve göbekli olduğu farketmem arasındaki saniyelerde beni nasıl sıcak bastı tahmin edersiniz.

bu sabah da toplantı esnasında stajyer çocukla ilgili bişey kaçtı ağzımdan meğer ki çocuk da salondaymış, konuştuğunu anlamıyorum dedim patrona bi de dedim stajyerleri sevmiyorum ben ayak bağı oluyolar dedim. allahtan o da benim söylediklerimi anlayamamış :) ayılamamıştı henüz, o yüzden diğer 15 kişi haricinde ne dediğimi anlamadı. utandım ama yapcak bişi yoktu.

siz siz olun, biyerde bişey söylerken, etrafı bi 5 sn kolaçan edin. ay çok kötü oluyo insan sonra yaaa :))

6 Ağustos 2009 Perşembe

rüya tabircisi

bugünlerde çok sık olarak aynı şeyi yaşıyorum: rüyalarımda ölüyorum! evet evet aynen öyle, değişik şekillerde.. camdan düşerek, yılan sokması sonucu, hatta en son dün gece rüyamda arabayla giderken ters yöne girmişim, koca bir yolcu otobüsü beni dümdüz edip geçti.

tam o anda aklımdan hep aynı şey geçiyo: yaşayamadıklarım. ölüm korkusu, yüreğin ağıza gelmesi durumu, üzüntü falan hissetmedim hiç. dün gece rüyamda otobüs üzerime gelirken, gerçek zamanda saniyelerle ölçülecek ama rüya aleminde ne kadar sürdüğünü bilmediğim bir zaman dilimi içerisinde, gerçekleşmesini beklediğim ama olmayan şeyleri düşünüp kendi kendime tüh ulan dediğimi hatırlıyorum sadece. demek ki insan ölmekten korkmuyor, ölünce yaşayamayacağı şeyleri kaybedeceği için korkuyor. bi de "onsuz" kalmak var tabii, ya da onun "sensiz" kalması.. insan böyle bir durumda kafayı yemez mi? arkasından gitmek istemez mi? offf neler diyorum ben yaa..

bilinçaltım bana bişey anlatmak istiyo heralde, değerini bil, keyfini çıkar falan mı diyo? rüyaların tersi çıkar argümanından yola çıkarak bu konuya fazla kafamızı yormayalım yoksa ben şimdi "rüyalarımızı keşke kaydedebilsek" felan gibi derin bir muhabbete giricem kendi kendime, gelip beni çıkarmak zorunda kalıcaksınız :)

21 Temmuz 2009 Salı

seçimler hep "yukarı" doğru mu yapılmalıdır? o seçimin iyi olduğunu kim/ne belirler?

yine bir karar verdim. ve yine çok hızlıca verdim. her zamanki gibi. uzuuuun uzuuuun düşünüp, bol bol pişirip bi seferde servis ettim. çünkü ben böyleyim. bi his girdi mi içime, tamam bitti. ne doğrultuya gideceğim belirlenmiştir ve asla geri dönüş yoktur. geriye bakıp pişman mı olucam düşüncesi sıfırdır ve düşünülen tek şey, yapılması gereken şeydir.

patron olmak, kendi işinin sahibi olmak (biz buna arkadaşlarla aramızda "başkasının eşeği olmaktansa kendi eşeğin olmak" diyoruz), insanları yöneten olmak, kararları vermek/değiştirmek/uygulamak, parayla oynamak (hiçbir zaman tamamı sizin olamasa da), "patronum ulen ben istediğimi yaparım" diye naralanmak herkesçe takdir edilen, kabul gören, erişilmesi caiz olan bir mertebe gibi durmaktadır. maaşlı çalışan olmaktan patron olmaya erişmek, geri dönülemez bir yola girmektir. çünkü manevi tatmini vardır, çünkü insan egosunu fazlasıyla okşar, çünkü bir üst basamaktır orası. VE ASLA KİMSE BU MERTEBEDEN TEKRAR ESKİSİNE DÖNMEYİ AKLINA BİLE GETİRMEMELİDİR! tıpkı benim gibi...

kim demiş? seçim seçimdir. bunun dikine gideni, hep tırmanışta olması gerekeni, doğrusu, kabul göreni vs vs yoktur. seçim benimdir. ve insanın patronluğunu yaptığı işi sevmeme ve değiştirme hakkı vardır ve size bişey söyliyim mi: "bu gaaaaayet normaldir" nokta.

başarılı olmak, mutlu olmak, kitapta yazana uyduğunuz zaman olmuyor. beni mutsuz edeni bırakıp gidebilme lüksüm (hala) varken bunu sonuna kadar kullanmaktan yanayım hep, ve sanırım bundan da hiç vazgeçmiycem

adı, soyadı: elif karaer
çalışma durumu: full time, maaşlı
sosyal güvencesi: ssk
huzur ve mutluluk durumu: 1 milyon :)

seviyorum ulen ben bu hayatı!

1 Temmuz 2009 Çarşamba

sevmekten gidince

Sen beni sevmekten gidince ben bana borçlu kaldım
Ya sen bana fazla geldin ya ben sana az kaldım
Gitme bir adım öteye gülüm bir adımda gurbet olur
Gitme bir nefes öteye gülüm her nefes hasret olur

Aşk yasaklandı artık halka açık yerlerde
El tutmak yol açıyor diye hesapsız
Susmalara kaldırdık tüm tutuşmaları
Yasak kelime oyunu yapmak
Yalan söylemek mecburi ve serbest ayyuka çıkmak
Artık yağmur sonraları toprak kokmak yok
Tomurcuklanmak günah
Ve bir insan gözü yüzünden 100 gün ardarda uyumamak
Kimse ölmesin diye
Kimsenin aklında her sevdalı verdiği sözü geri alacak
Güneşi ayı ve hatta hiç bir tabiat olayı
Şahit gösterilmeyecek hiç bir sevdaya
Ne deniyorsa onu atacak kalp
Ve süresi 24 saate çıkarılacak meskun mahallerde ağlamanın

Sen sesini alıp gidince ben burda dilsiz kaldım
Ya sen bana fazla geldin
Ya ben sana az kaldım
Gitme bir adım öteye gülüm bir adımda gurbet olur
Gitme bir nefes öteye gülüm her nefes hasret olur

Yılmaz Erdoğan

5 Haziran 2009 Cuma

ölmeden önce yapılacak (bazı) şeyler

14-15 yaşlarındayken kızlarla kendimize bir liste yapmıştık: "ölmeden önce yapmak istediğimiz 100 şey" diye. ama listede neler yok ki! burada saysam gülmekten kırılacağınız gibi, insan ufkunun genç yaşlarda ne kadar dar olabileceğini de görürsünüz.

sonra o liste kayboldu. aslında kaybolduğu da iyi oldu. çünkü annelerimizden birinin eline geçse, listenin ilk 3 maddesini gerçekleştiremeden ölmüş olurduk kesin. genç kızlık hayalleri işte :))

ama ilk maddeyi gerçekleştirdik :) kendimize yeni hedefler koymak lazım sürekli. geçenlerde düşündüm, hala ölmeden önce yapmak istediğim şeyler var mı diye. aslında bu da biraz saçma, çünkü ne zaman öleceğimi bilmediğim için, listeyi kaç maddeyle sınırlamalıyım, marjinal olma sınırım ve gerçekleşme ihtimalleri üzerine baya kafa yormam gerekecek. ya da şöyle, ben listemi yapayım, gerçekleşenler olursa ne ala, yok gerçekleştiremeden ölürsem de n'apalım yani.. bu sefer kendimi rakamlarla sınırlamak istemiyorum, çünkü yapmak istediğim o kadaaaar çok şey var ki... nerden başlasam, nerden başlasam, hmmm...

en birinci olarak, sevdiğim erkek için şarkı söylemek istiyorum. ama böyle bağıra bağıra, sesimin ne kadar iğrenç çıktığını umursamadan, kalabalık bir yerde ama sadece onun gözlerine bakarak ve kimseden çekinmeden. şarkım bile hazır: "nil-resmen aşığım". karaoke tarzı olursa daha iyi olur, çünkü benim içimde gizli bir star var aslında.

içimdeki starı dışarı çıkardıktan sonra profesyonel bir fotoğrafçıya nü fotoğraflar çektirmek istiyorum. vücudumun kusurlarını gizlemeden, en doğal halimle, makyajsız, kuaför elinden geçmeden... bakınca sadece kendimi göreceğim fotoğraflarım olsun istiyorum, herşeyden arınmış...

sahneye çıkmak istiyorum. nerede ya da hangi amaçla olduğu önemli değil. sesimi mikrofondan duyup, insanlar 5-10 saniye sadece bana baksın istiyorum (kesin star ruhu var bende)

bilgi yarışmasına katılmak istiyorum. daha soru sorulmadan, cevabını kesinlikle bildiğimden emin olduğum, böyle cevabı bilince dııt diye önündeki düğmeye bastığın cinsten bir yarışma olsun mümkünse.

paraşütle atlamak istiyorum. bundan ölesiye korksam da, bi kerecik olsun kontrolüm dışında bir şeye teslim etmek istiyorum kendimi.

tır kullanmak istiyorum. evet evet yanlış duymadınız tır dedim. uçak, tren ya da motosiklet değil. canım kullanmak dediysem burdan istanbul'a kadar gitmek değil kastım :) şööle bi çalıştırıp, tısss tısss diye yerinden oynatsam, kendi boyu kadar bi mesafeyi katetsem yeter.

bi de bir gün alıp başımı gitmek istiyorum. nereye gideceğimi düşünmeden kapıdan çıkıp, gece nerde uyuyacağımı planlamadan, beni merak etmişler midir diye düşünmeden ama kesinlikle geri dönmek üzere ortadan kaybolmak istiyorum.

ve bunları yaparken, ıssız bir adaya düşersem yanıma alacağım 3 şeyin de benimle beraber olmasını istiyorum...

2 Haziran 2009 Salı

iyi ki doğdun kardeşim

doğum tarihlerimiz arasında sadece 18 ay var. bu demek oluyor ki, geldiği günü hatırlamıyorum. ben zeyn kadar şanslı değilim yani. o, ikimizin geldiği günü de gayet net biliyor çünkü. doğduğu günü hatırlamıyorum tabi ama, aklımın erdiği günden bugüne kadar onunla geçirdiğimiz her günü hatırlıyorum.


onu çok kıskanmışım tabi doğduğunda. daha aklım o kadar ermiyomuş ama kendimce birtakım psikolojik tepkiler göstermişim annemin anlattığına göre. benim üzerime gelmekle sanki bir hata işlediğini biliyor gibi hep benden büyükmüş gibi davrandı bişeyleri kapatmaya çalışırmışçasına. nüfus cüzdanlarımızda doğum tarihlerimiz yazmasa, kesin ben yanlış biliyorum diyeceğim. ben onun ablası değilim de sanki o benim ablam. ben gezdim, o evdekileri idare etti, ben kudurdum, o etrafı düzeltti, ben küstüm o barıştı, ben harcadım, o biriktirdi. hatta hatta o kadar iyi bir kardeş ki o, hep ben yedim ama o kilo aldı :)


babannem biz küçükken onu "ak gülün iç yaprağı" diye severdi. düşünün yani o kadar beyaz, o kadar derinde, o kadar temiz ve nadir... sanki ben hep sokak kedisi, o ev kedisiydi.


kardeşim benim, iş ortağım, yoldaşım, sırdaşım.... canını sıkan biri ya da herhangi birşey olursa ablan burda biliyosun. lisedeyken nasıl giderdim seni korkutanların sınıflarını basmaya, şimdi de öyle giderim sen merak etme :)

seni seviyorum jo, iyi ki doğdun...

28 Mayıs 2009 Perşembe

gezecek bekar arkadaş arıyorum

30 lu yaşlara gelindiğinde hala evlenmemiş olmanın en can sıkıcı tarafı ve bence en önemli sakatlığı, gezecek arkadaş bulma sıkıntısının sıklıkla yaşanmaya başlamasıdır. şöyle ki, yaşıt iş arkadaşlarınız, okul arkadaşlarınız, mahalle arkadaşlarınız çoktan evlenmiş ve hatta birer de çocuk yapmışlardır ve eğlence anlayışları sizinkinden bir parça değişiktir artık. 1 sene önce yaz günlerinde kusuncaya kadar içip mekan mekan gezdiğiniz arkadaşınız, bu gezme tozmalardan bir iki ay kadar sonra nikah kıyım işlemini başarıyla gerçekleştirmiş, hatta "yaşım geçiyo" telaşıyla hamile bile kalmıştır. eski günlerin hatırasıyla arayıp buluşmayı teklif ettiğinizde size "kaynımgiller bize gelcek", "çocuğun ateşi çıktı", "ailecek bruncha gidiyoruz" ve hatta hatta "eşim yalnız takılmama izin vermiyo" gibi, henüz sizin hayatınıza nüfuz etmemiş bahaneler sıralayabilir. en hanım hanımcık haliyle sizi evine davet eder, gidersiniz, tek muhabbet çocuğunun son zamanlarda öğrendiği mimikleri size taklit etmesi, sevimli hareketlerini göstermesi, maması, kakası, evliliğin başlayan sıkıntılarıyla ilgili uzun uzadıya anlamsız konuşmalardır. aklınız dışarıdadır, ve allahtan sizi bu ortama mecbur kılacak kıyım işlemi henüz başınıza gelmemiştir. başka arkadaşlar aramak üzere yola çıkarsınız. çünkü siz o sırada meyve çayı değil bira içmek istiyorsunuzdur.

hayatının aşkını bulmuş, çocuğunu yapmış, evlilik rutinine alışmış arkadaşlarınızın, evlenmeniz konusundaki ısrarları, "ben çok güzel bişey yaptım ve sen de yap, benim gibi mutlu ol"dan ziyade, "sen hala hayatını yaşıyosun, evlen ve bu can sıkıntıma ortak ol" hevesiyle yapılan ısrarlardır. çünkü artık hayatın başka şekli yoktur, ve sizin için de hayatın bu şekilde geçmemesi gerektiğiyle ilgili dahiyane fikirleri vardır.

haa illa ki, gezmek istediğiniz arkadaşınızın bekar olması gibi bi mecburiyet yoktur. hatta evli arkadaşlar (bilhassa erkek olanlar) bekarlarla gezmeye can atarlar ama herkesçe malumdur ki bu "cısss, kaka" bir durumdur :)

bir arkadaşım şöyle demişti: tüm arkadaşlarım evlendiğinde ve bekar olarak takılacak kimsem kalmadığında ben de evleneyim bari dedim. beni o sıralar evlenmem için gaza getiren arkadaşlarım teker teker boşanmaya başladılar ve artık evli olarak görüşebileceğim arkadaşım kalmadı gibi bişey :)

neyseeee, özetle, harika yaz akşamları yaklaşırken, hafif akşam esintisi "geeeel, geeel" diye beni çağırırken, hala gezecek arkadaşlarımın olması mutluluk verici :)

not: yukarıda yazılanların gerçek kişi ve olaylarla bal gibi de alakası vardır. ama konu tamamıyla yazarın görüşlerinden ibarettir. istisnalar vardır ve her zaman olacaktır. hayat, yaptığımız seçimlerdir. seçimlerimden mutluyum ve herkesin öyle olduğunu umuyorum. haaa eğer mutlu değilseniz, hayat o kadar da öcü değil canım, atın ve yeni bir seçim yapın kendinize.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

alışverişin duayeni Türk kadını

Bilenler bilir, son 5 aydır bir mağaza işletmeye başladık. Ankara'nın mutena bir semtinde, öyle çok büyük biyer diil, kendi halinde... Bayan kıyafetleri satıyoruz. Mağaza müdürümüz Ayşe, daha ziyade o duruyor mağazada, ben çok yoğun olursa yardıma gidiyorum.

Şimdi efendim, bu mağazacılık o kadar sabır gerektiren, o kadar özen isteyen bi iş ki, akşama kadar 100 bin türlü insan gelip gidiyo: delisi, sosyetesi, avamı, komplekslisi, 100 kilo olup kendini sıfır beden sanan, 36 beden giyip göbekli olduğunu iddia eden, evlisi, bekarı, ne aradığını bilmeyeni.... ve üstelik hepsi kadın! hemcinslerimin çeşitliliği konusunda bu kadar geniş bir yelpaze olduğunu inanın yeni öğrendim. Bu durum bazen bizi çok eğlendiriyo, bazen de sabrımız o kadar taşıyo ki... Acayip komik diyaloglara şahit olup, bazen uzun süre dumurdan kurtulamadığımız oluyo.

Mağazanın kapısında dikiliyoruz. Belli ki esnafın da pek işi yok, herkes kapı önü muhabbetinde. Birisi yaklaşıp soruyo: "Erkek var mı?" var, içerde, nası bişey olsun diycem, kıyamet kopucak. hay güzel Türkçem! erkek kıyafeti satıyo musunuz demek istiyo teyzem ama o kadar acelesi var ki, kapıda kestirmeden soruveriyo, ve biz de Türk'üz ya, anlayıp cevap veriyoruz: "yok, erkek satmıyoruz!"

Çok zorlayan müşteri tipi vardır. Daha kapıdan girerken ne istediğini anlatmaya başlar, öyle bahsettiği gibi bişey olmadığını kendisi de bilir ama sizi aciz durumda bırakmaktan duyduğu tatmini sonuna kadar yaşamak ister. Misal: "Hem spor, hem abiye, düğüne giderken, işe giderken, gündelikde de giyebileceğim, çok kaliteli, mümkünse markalı bi elbise istiyorum. ama 50 liradan fazla olmasın" öyle bi elbise henüz dikilmedi güzel ablam! diyemiyosun işte, müşteri velinimet ya, arkasından gülmekle yetiniyosun.

En sıkıcı müşteriler, aynaya baktığında kendinden başka bişey gören, kendiyle barışamamış, kompleksin sınırlarını zorlayan bayanlar. üstelik size düşman gözlerle bakarlar, zayıf olmanız dolayısıyla ortamdaki tek suçlu sizmişsiniz gibi davranırlar, giydikleri yakışsa bile almadan giderler, çünkü üzerindeki beden etiketinde yazan rakam, yazmasını istedikleri rakam değildir. şu konuşmalar çok sık yaşanır:

- 36 beden giyiyorum
hayır giymiyosun. ama ısrarla 36 bedeni alıp kabine girerler ve yanlardan dikişleri patlamış pantolonu elinize tutuşturup lafı yapıştırırlar:
- Kalıplarınız çok dar, ben normalde 44 giymiyorum!
bunun normali anormali yok, sadece siz varsınız demek ister, yutarsınız, müşteriye hak verip biraz da kendinizden katarsınız:
- Beden etiketlerini yanlış takıyolar bazen..

En eğlenceli diyalog şudur asıl:
- Bu biraz göbekli/şişman gösterdi / uzun gösterdi / kısa gösterdi / basenli gösterdi....
kıyafetler sihirbaz gibidir zaten, olmayan bişeyi varmış gibi gösterirler! ah bayanlar ah.

Israrcı müşteriler, pazarlık yaptığını sanıp işin suyunu çıkaranlar, en sinir bozucu olanlardır. 8 parça kıyafeti 1 saat deneyip, kasaya geldiklerinde "paramız yok, memuruz biz, kriz var" diye 1 tane parasına 8 ini de alıp gitmek isterler ve üstelik bu kriz hadisesinden dolayı, kafanızın çalışmadığını ve satış olsun da ne olursa olsun mantığıyla herşeyi vermeye razı olduğunuzu sanırlar. bütün kavga kıyametten sonra, son vuruşu yaparlar: "hadi o 5 i de alma, dolmuş paramız olsun"

- bu tişörtün başka rengi var mı?
- hayır yok, tek renk onlar
-peki kırmızısı var mı?
ne cevap verelim? iyisi mi hiç muhattap olmayalım

ben bunları yazarken, bu diyaloglar son hız hala devam etmekte. napalım, tek gelsinler de nasıl gelirlerse gelsinler. tamam sizin dediğiniz olsun, ayağınız alışsın!

11 Mayıs 2009 Pazartesi

saksının çalışmadığı zamanlar

aslında buna "jetonun düşmediği", "voltajın düştüğü", "beynin tam anlamıyla şarj etmediği" zamanlar da diyebiliriz. birazdan okuycaklarınızın hepsi gerçek olup, üstelik hepsi ayık kafayla yaşandılar. hatta bazılarının gerçekleştiği tarihlerde daha ağzıma bir lokma alkol bile koymuş değildim o vakte kadar.

bazen kendi kendimize ne kadar salak olduğumuzu ya da kafamızın neden diğerleri gibi pratik çalışmadığını düşündüğümüz zamanlar olur ya, işte nedense bu zamanlar bende pek bir sıklıkla yaşanmakta. aslında ben bunu daha çok, kafamın başka türlü cinliklerle meşgul olmasına bağlıyorum. yoksa hattızatında kafam bazen o kadar güzel çalışır ki, meseleyi hep görünmeyen tarafından görürüm :)

sene 1995 falan olması lazım. lisedeyim, çok toyum, biraz da "loser" bi tipim. annem beni 1984 senesinde "çocuk biraz açılsın" diye anaokuluna göndermiş ama sene 1995 olmuş ben hala açılamamışım, o kadar yani! neyse uzatmayalım, yazları finikede geçirmekten yeni vazgeçmişiz ve ailecek daha modern biyere kemer'e taşınmışız ama benim aklım hala finikede, çünkü herkes orda. daha doğrusu çiğdem orda. o zamanlar, ilerde kocaman 5 katlı, 50 odalı bir ev yaptırıp bütün akrabalar beraber yaşamak hayalleri kuruyorum ki, kuzenlerden felan uzak kalmak baya zorlu bişi benim için. ben arada bi kaçıp kaçıp finikeye çiğdemlere gidiyorum, gittimi de gelmek bilmiyorum. çiğdemlere kıbrıstan misafirler geldi o yaz. bi karı koca, eniştemin uzaktan akrabalarıymış. bizim de tek eğlencemiz akşamları finikenin merkezine gidip dondurma yemek, çekirdek çitlemek, gelene geçene bakmak gibicesinden çok naif aktiviteler.. biz bu karı-koca misafir çifti bir akşam finikeye gezmeye götürdük. bunlar da, misafirliğe uzak bir şehre giden her çift gibi her adım başı durup şakada şukada fotoğraf çektirmekten büyük zevk alıyolar. tabi dijital fotoğraf makinesi henüz icat olunmamış, amca hababam çantadan yeni bir film çıkarıp takıyo, çekmeye devam. biz yine güzel bi manzaranın önünde durduk, adam dedi ki şöyle akrabalarla bi foto çekinelim. ben de kendimi bu "akrabalar" statüsünden biraz uzak görmüş olmalıyım ki , siz durun da ben sizi çekeyim dedim. halamlar, misafirler, kuzenler felan poz verdiler. ben de pozisyon aldım, gülün mülün derken resmi çektim. tam o esnada yanıma bi adam yaklaştı. "afedersiniz" dedi, "bi de bizim resmimizi çeker misiniz" işte bakın bende elektriklerin kesildiği nokta burası. gayet sakin ve vakur bir edayla adama cevap verdim: ama fotoğraf makinası benim değil ki!. adam 2 saniyelik bir dumurdan sonra "zaten bizim makinayla çekiceksiniz" dedi. cevap: haaa o zaman olur tabii :)))

o saniyede aklımdan neler geçti anlatayım. ben bu resimleri tab ettirip adamları bi daha nerde bulucam da vericem. makina benim değil, misafirlere ne cevap veririm. üfff hep böyle angarya işler de beni bulur. ve buna benzer daha bi yığın saçmalık! tabi ortamdaki herkes çok güldü çok güldü, ben de ilerde bir seri katil olup, benle alay eden herkesi öldürmek üzere planlar yapmaya başladım :))

aradan yıllaaar geçti ve ben büyüp serpildim ve kendine güvenen, gururlu, bir o kadar akıllı, güzel olduğu kadar küstah(!) bir genç kız oldum :p hatta o kadar free takılmayı seviyorum ki, ailede tabuları yıkıcak bilumum aktiviteleri üzerime almışım, bir don kişot edasıyla dövüşüyorum. hatta bununla yetinmeyip kardeşimi falan da fiştekliyorum ki, birlikten kuvvet doğsun :) bizim kuzen başak evlenip istanbula yerleşince, ayşe'ye dedim ki gel istanbula gidelim. nası olcak falan derken, arabamıza atlar gideriz ne var dedim. annem kıyametleri kopardı, ablam baya bi telaşlandı, babam çaktırmasa da kesin beni birilerine şikayet etmiştir. çünkü 2 kız çocuğunun tek başına arabaya atlayıp şehirler arası yolculuk yapması o güne kadar görülmüş şey değil, yani bizim ailede. annemin "önünüze biri geçer", "lastik patlar", "harbolur darbolur" sözlerine kulaklarımızı tıkayıp sabahın 5 inde düştük kardeşimle yollara. bu arada benim kardeşim öyle bildiğiniz gibi değil. kim haklıysa onun yanında durur, ööle sağlam bi şahsiyet. nabza göre şerbet vermez, sezarın hakkını sezara verir. yerli yerinde espri yapar ama mahkemede karar okunuyo zannedersiniz. haydi bismillah dedik çıktık, annemin hava biraz daha aydınlansaydı keşke serzenişlerine kulak asmadan. hava aydınlanmadığı gibi ben de tam ayılamamışım aslına bakarsanız. neyse, çıktık otobana. ankara çevresindeyiz, bi yol ayrımına geliyoruz, tabelaya bakıyorum "İstanbul Havalimanı". az ilerliyoruz gene bi yol ayrımı gene bakıyorum "İstanbul Havalimanı" allah allah diyorum. ya o havalimanının adı atatürk havalimanı değil miydi? hem diyorum daha ankaradayız, taaa burdan istanbuldaki havaalanına tabela mı koymuşlar? duramadım, ayşeye sordum. ayşe dedim, istanbul havalimanı ne alaka? ayşe hiç istifini bozmadan, gözünü ön camdan ayırmadan, gayet makul ama baskın bir ses tonuyla cevap verdi: "İstanbul virgüüül Havalimanı". anam, güliyim mi ağlıyim mi, freeyim çok akıllıyım ne güzel bişey yapıyoruz kendi kendimize havam söndü ona mı yanayım, koltuğumda küçüldüm küçüldüm, hiç cevap vermedim. boluya yaklaşırken aklıma geldi, bir gülme fışkırdı burnumdan taa ön cama kadar nerdeyse (iğrenççç)

ablamla bikere böyle bir free takılma hadisemiz gerçekleşti ama az kalsın olayın kendisi başlı başına bir hadise oluyodu. 2002 ya da 2003 yazı olmalı heralde, ablam ve kalabalık bir kız grubu datça'ya tatile gitmeye karar verdiler. ben de takıldım peşlerine. zeyn, arkadaşı yıldız ve ben kemerdeyiz. ordan datçaya gidicez. kızlarla orda buluşcaz. sorduk soruşturduk dediler ki burdan datçaya otobüs gitmez. siz burdan antalyaya gidin, ordan bodrum otobüsüne binin. gökova kavşağında inin, ordan 5 dakkada bi marmaris otobüsleri geçiyo, marmaristen de datçaya otobüs var çok kolay çok kolay dediler. eyvallah dedik, kemerden dolmuşa bindik akşam 7 de. antalyaya indik sekizde. 9 da bodrum otobüsüne bindik. gökova kavşağına geldik bilin bakalım saat kaç: sabah 3 buçuk! aboww, tam marmaris-gökova yol ayrımı tabelasının önünde attılar bizi otobüsten daha doğrusu atmışlar, ben gözümü açtığımda reflektif yol tabelasının altında bavulumun üstünde oturur pozisyonda uyuyodum. o tabelalar da yakından bakınca baya büyük, biz 3 kız yanında bidicik kaldık. e tabii saksıyı çalıştırıp da hangi saatte o kavşakta olacağımızı hesaplasaydık, evden hiç çıkmazdık. o 5 dakkada bi geçen marmaris otobüslerinin adı var kendi yok! bekle bekle, tırsmaya başladık hafiften. bi taksi geçse, kaç lira dese vericez. yeter ki kurtlar ya da kamyoncular gelmeden bizi marmarise götürsün. neyse bi taksi göründü. aman bi sevindik ki o kadar olur. üçümüz de attık kendimizi yola, sanki bizden başka bişey varmış da bizi göremezmiş gibi. taksi durdu, bi sevindik, nerdeyse adamı sarılıp öpücez. adam indi gayet güzel, abla dedi hayırdır, anlattık böyle böyle. parada anlaştık falan, marmaris de tepeden ışıkları görünüyo falan ama ah bi gidebilsek. neyse adam bizim bavulları attı arkaya. üçümüz geçtik arkaya oturduk. adam arabayı çalıştırdı veeee sıkı durun, yanındaki koltuğu dürtükledi: kalk kalk dedi, misafirlerimiz var! o ne, yan koltukta sızmış bi adam var. adam höh diye bi doğruldu ordan, üçümüz birbirimize bi sarılmışız, tırnakların battığı kollarım 3 gün acıdı. şöför başladı mı yavşamaya. eğlenceden dönüyoduk biz felan diye, adamlar sarhoş, niye marmaris otobüsüne binmediniz diyo. zeyn diyo ki bitek pamukkale varmış, o da çok kaza yapıyo binmedik diyo. halbuki pamukkalede olmak için can atıyoruz o esnada. şöför de pamukkale firmasının avukatıymış meğer, bizle bi kavgaya tutuştu, pamukkale öyle şey yapmaz falan. benim doğrucu ablam üsteliyo habire, yok yapıyomuş falan.. neyse zeynep kes diyoruz, yıldız garibim bu arada hababam asker babasından bahsediyo, aklı sıra adamı korkutacak, ben de 155 i çevirmişim elimde telefon parmağım dial tuşunda ama tlf çekmiyo! neyse sağ salim indik marmarise, adam biraz ısrar etti sizi biyerlere götüreyim bu saatte otogarda napıcaksınız falan diye. otogarda çöpleri yiyen kedileri görünce alacakaranlıkta hepsine sarılmak geldi içimden :)

halbuki bunlara hiç gerek yokmuş. bodrumdan datçaya vapur gidiyomuş arkadaşlar!

5 Mayıs 2009 Salı

puçu, tefecik ve ebi teyzeleri


bugün puçu'nun doğumgünü. aaah ah doğduğu günü dün gibi hatırlıyorum. ben o zamanlar 26 yaşında, uluslararası bir firmada üst düzey(!) çalışan bir elemandım. doğduğu gün istanbul'da fuardaydım. şimdiki aklım olsa izin alırdım ama o zamanlar ölmek vardı, işten dönmek yoktu. "ne kazmalık". ama o gün, yani 5.5.2005 günü hava çok güzeldi, bugünkü gibi kasvetli ve karanlık değildi. yine çok eğlenceli (!) bir fuar geçiriyoduk. ben ırmak'ın doğum haberini alınca, kendisine, asrın mucizesi "bellapica" ile kontrplak üzeri şaane bi çalışma yapmıştım. hala odasında duruyo. bööle karmançorman bir fon üzerine ırmak yazmıştım. çok sevdiğim ve beraber harika zaman geçirdiğim arkadaşlarımın hepsiyle beraberdim o zaman, ortam daha bu kadar bozulmamıştı! hatta, o zamanlar hepsi knauf'ta çalışan ama şimdi hiçbiri knauf'ta çalışmayan 4 kişi (nezih, esvan, bülent ve ben) o akşam arby's de yemek yemiştik. esvan bize iğrenç kusma hikayelerini anlatmıştı, çok gülmüştük.. sonra ben esvanda kalmaya gitmiştim, gece yine çok gülmüştük. eğlenceli kızdı. uzun zamandır görüşmedik, felek ayırdı bizi..


neyse efendim ne diyorduk. haaa evet işte o planlı günde, yani planlı tabii, ablam tarihi bizzat denk getirmek istedi, ırmak doğdu. daha doğrusu doğurtuldu. malum, sezaryen çıktı, mertlik bozuldu. yeni doğan çocukların pek çoğu olmaları gereken burçlara sahip değiller belki de, çünkü elle müdahale var hocam! bu doğum hadisesi de çok travmatik bişey ama şimdi hiç girmiyim..
ırmak doğunca ona "puçu" dedim. o da ilk konuşmaya başlayınca bana ne dedi biliyo musunuz: "ebi". bana özel bişey bahşetti , o gün bugündür ebi aşağı, ebi yukarı. adımı biliyomuş aslında, onu da söyledi ama ben sana ebi dicem dedi, eyvallah dedim...


velhasıl, çoluk çocuk güzel mevzular da, çocuk meselesi benim için "seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli".


tefecik de bizim "efe". efecik tefecik derken adı kaldı tefecik. safidik bişi. ablası gibi "farç" diil. annemin babanesi yaramaz çocuklara farç dermiş. ohooo aslında bizim ailede herşeyin bir ismi var da, bizden olmayan pek anlamıyo. neyse, yegenlerim büyüsün onları bizzat kendi ellerimle azmaya götürücem. basit bir hesaba göre, ırmak (x) 20 yaşına geldiğinde ben (y) 46 yaşında olucam. yani:
x= y -26
x= 20 ise y kaç eder?
cevap: y= 46
e azacak yaşı (!) pek de geçmemiş oluyorum. 40 ından sonra azanın teneşir ile paklanması argümanı erkekler için mi geçerliydi? yoksa kadınlar zaten hayatlarının hiçbir döneminde az(a)madıkları için denklem dışında mı tutulmuşlar? o zaman şöyle bağlayalım: "ben sizin bildiğiniz kadınlardan diilim!"
sağlıcakla kalın

hıdırellez


bu gece hıdırellez. 5 mayısı 6 mayısa bağlayan gece, dileklerimizi bir kağıda yazıp bahçedeki güllere bağlıyoruz. bunu neden yapıyoruz bilmiyorum :) annem her sene yapmamızı söyler, bi de yaparken çok eğleniriz. rivayete göre hızır peygamber ile ilyas peygamber her sene bu tarihte yeryüzünde buluşurlar ve bu dilekleri toplayıp gerçekleştirirler. "kul sıkışmayınca, hızır yetişmez" deyişi sanırım burdan çıkma. her sene hep aynı şeyleri dilerim. daha gerçekleşen olmadı :) aslında hayatımda çok kötü şeyler olmadığına göre, dileklerimi gerçekleşti kabul edebiliriz sanırım.


hıdırellez prosedürü şöyle işler:

1. dilekler ve istekler bir kağıda yazılır ya da çizilir. yazı çizi kabiliyetiniz yoksa, ev, araba, güzel kadın, yakışıklı erkek, gelin ve damat resimleri dergilerden tedarik edilir.

2. hazırlanan kağıt mümkünse yeşilliğin bol olduğu bir mekana (bahçe, balkonda saksı dibi) koyulur. gül ağacı olması tercih sebebidir.

3. 6 mayıs sabahı, sabah ezanıyla beraber kağıtlar geri toplanır ve saklanır. aslında yöresel farklılıklar oluyo tabii. mesela kağıtlar toplandıktan sonra denize de atılabilir ama bizim burda deniz olmadığı için biz salamurasını yapıyoruz :) sonuç yanlış olsa da gidiş yolundan 3 buçuktan 4! kağıdın yanında uğur parası da konması ve 1 yıl boyunca cüzdanda taşınması tavsiye edilir, bereket açısından
hadi hayırlı hıdırellezler :)

4 Mayıs 2009 Pazartesi

okuyunuz, çok keyifli


hepimiz biraz deliyiz, bunu anladım. çok sevdiğim birinin bana "deliii" yakıştırmasını o yüzden çok seviyorum :)

yiNE yENi yENidEN

selam,

"kendi alanım"da ilk yazım. bu blog işine neden daha önce girişmemişim, kızdım kendime. eskiden de günlük tutmayı çok severdim. ama ben bi de şeyi çok severim, eskilere kızınca herşeyi yakmayı : ) o yüzden saklanmış bitane bile kağıt parçam yok eskiye dair. en son temizliği 1-2 ay kadar önce yapmış olmalıyım. pişman değilim..

hayatımda yeni bir dönem başladı :( bilenler biliyo... o yüzden kendimle kalmak istiyorum bir süre. bu blog işine de bu yüzden giriştim. bir sebebi daha var, onu da bilen biliyo :)

çok çalışıyorum bu aralar. en iyisi bu galiba. başka bişey düşünmeye fırsatım kalmasın istiyorum. annemle teyzem istanbul'a gittiler, ayşe'yle yannız kaldık..

haftasonu çocukluk arkadaşımla görüştüm, bayadır ertelenen bi görüşmeydi. ben ne zamandır ne kadar çok şeyi ertelemişim meğer :( kendimi ilk defa yalnız hissettim, çocukluğumu özledim.

bu akşam ırmak çocuğun doğumgünü var(mış). çünkü normalde yarın olması gerekiyor ama bugün olacakmış nedense. akşam da orda olacağız, bişey düşünmemek için bir bahane daha bana..