9 Ocak 2012 Pazartesi

günlerden bir gün

çalışan insanların haftanın ilk iş günü, mesaiye uyum sorununu anlatmak için kullandığı "pazartesi sendromu", onda "her Allah'ın günü sendromu" olarak nüksediyordu. uyandığı her sabah, baştan alışılması gereken, ayak uydurulması mecburi bir kısırdöngüden ibaretti. bir nevi "hayat sendromu"ydu aslında bu. uyumdaki zorluk yani...

yataktan kalktı, hemen aynanın karşısına geçti. bunu yapmayı seviyordu. her sabah ilk iş aynaya bakıp varlığını kendi gözleriyle görüp tasdik etmeyi alışkanlık haline getirmişti. akşamdan kalma uyandığı sabahlarda daha bir güzel görünüyordu sanki aynada. vücut su topluyordu tabi, ondan olabilirdi.

mutfağa girdi. filmlerde, uyanır uyanmaz kendine acı bir kahve yapıp bir de sigara yakan insanlara imrenmişti oldum olası. ama bunu yapamazdı. çünkü aç karnına yapabileceği şeyler listesinde bira içmek, sevişmek ve denize girmek vardı ama sigara içmek yoktu. bazı insanların, kendisinde olmayan bir "sigara bünyesi" olduğuna inanıyordu. günde bir paket sigara içip, gece yatmadan önce iki tane daha içebilmeyi arzu eden bir insan bu bünyeye sahipti işte. sigaradan başı dönmez, midesi bulanmazdı bu insanların.

bunları düşünürken, birden canını neyin sıktığını anlamaya çalıştı. hatırlayabilmek için düşüncelerde geriye doğru gitti. ah evet, liste yarım kalmıştı: kendi cenazesine davet edeceklerinin listesi.. hayır, intihar etmeyecek kadar çok seviyordu kendisini. dindar olmadığı kadar kindar olduğu için, hayatından çıkararak cezalandırdığı insanları, kendisine karşı son görevlerini yerine getirme lüksünden mahrum etmek istiyordu sadece. uzun yıllardır görüşmediği amcası ya da eski sevgilisi cenazesine gelip de "giremezsiniz, çünkü davetli değilsiniz" cevabını alsa ne bozulurdu ama. bu listeyi yapmaya fikri aklına düştüğü ilk günkü kadar heyecan vermiyordu belki ama şu aralar hiçbir şey o kadar heyecanlı değildi zaten.

sevgilisini, daha doğrusu sevgili pozisyonuna gelememiş sevdiği adamı düşündü. içinden okkalı bir küfür savurup, ilk fırsatta ona söylemeyi planladığı akıllıca saptamalarını, süslü laflarını bir kez daha kafasından geçirdi. sonra vazgeçti, sonra tekrar söylemeye karar verdi. kısa bir an içerisinde o kadar çok fikir değiştiriyordu ki, en sonunda hangisinde karar kıldığını bazen kendisi bile unutuyordu. sanırım söyleyecekti, yoksa söylemeyecek miydi? 

camdan dışarı bakarken, bugün hangisi olacağına karar vermesi gerektiği aklına geldi. ona göre insanlar, güne başlarken giydikleri kıyafetler gibi, hangi kişiliği yanlarına alacaklarını da düşünüyor olmalıydılar sokağa çıkarken. bugün "uyumlu" olsaydı mesela, annesi ne çok sevinirdi. hiçbir şeye itiraz etmese, onu pazara götürse, homurdanmadan poşetleri taşısa, hatta saçma sapan pazar klasiği muhabbetlere bir iki yorum yapsa güzel olmaz mıydı? güneş vardı bugün, demek ki uyuma gerek yoktu, güneş bu boşluğu kapatabilirdi.

"gıcık" olsaydı peki? bu sefer de kardeşi çok uğraşırdı onunla. illa ki bir açıklama beklerdi. yorgundu, konuşmaya değmeyecek kadar da değersizdi bugün herşey. o yüzden bundan da vazgeçti.

"mutlu" olsa bu sefer de mutsuz olurdu.

en iyisi "kendi" olmaya karar verdi...

1 yorum:

Didem Mollaoglu dedi ki...

Kalemin su gibi aksın arkadaşım.